7 Kasım 2020 Cumartesi

Istrancalı Abdülharis Paşa (OKUR GÖZÜYLE İNCELEME)

Merhabalar, uzun bir aradan sonra yine harika bir kitap incelemesi için post yazmak nasip oldu. Songulyabani mahlasıyla, özellikle Twitter'da yazdığı floodlar ve yaptığı Twitch canlı yayınlarıyla şahsına münhasır bir kitleye sahip olan tarihçi ve yazar Mehmet Berk Yaltırık'ın Istrancalı Abdülharis Paşa kitabı, 2019'un Mayıs ayında okurlarıyla buluştu. 
 
Öncelikle kitabın benim için çok daha özel bir yere sahip olduğunu belirtmek isterim. Kitabın antagonisti olan Abdülharis Paşa karakteri, yazarı tarafından yıllardır ilmek ilmek işlenmiş, altyapısı çok sağlam bir karakter. Benim de nam-ı diğer, "Şerruh Paşa" ile tanışmam da sevgili Yaltırık'ın blog sayfası zamanlarına dayanıyor. Zira Abdülharis Paşa'nın, burada kendisine ait, kısa ama karaktere dair fikir veren, "Şerruh Paşa'nın Sırrı" isimli, ürkütücü bir öyküsü bulunuyor. Benim, "Paşa Hazretleri"ne olan hayranlığım da bu öyküyle başlamıştı. Sonraları, sevgili Yaltırık'ın, Abdülharis Paşa'yı farklı ve daha güncel bir hikayede konu alan, sürükleyici bir tefrika dizisi de yayınlaması, karaktere olan halihazırdaki sempatimi, giderek arttırdı. Yaltırık'ın karakteri daha da işleyip, romanını yazacak olması da beni bir hayli heyecanlandırmıştı. Zira Abdülharis Paşa, duruşundan, konuşmasına, tavırlarından, ürkütücülüğüne, çok ilgi çekici ve merak uyandırıcı bir karakter. Evet, inceleme kısmına başlayalım.

Kitap, Mehmet Berk Yaltırık'ın böyle bir karakter tasarlarken aldığı ilham ve roman yazım süreci içerisinde destek aldığı kişilere teşekkürlerini sunan bir önsözle bizi karşılıyor. (Yazım süreci esnasında bazı ufak yardımlar ve fikir alışverişlerine istinaden, sevgili Yaltırık, önsözde şahsıma da teşekkürlerini ileterek, benim için çok hoş bir jest yapmış, buradan ben de kendisine tekrardan teşekkürlerimi iletiyorum.)

Roman, 1665 yılında Anadolu'nun bozkırdaki bir obasında başlıyor ve daha sonra günümüze de gelerek, iki farklı zaman diliminde ilerliyor. Bir tarafta Karçarlu obasının beyi İshak Beg'in yörüklüğü bırakıp, Ankara sancakbeyine tabii olması, diğer tarafta da Edirne'nin saygınlığı azalmış ailelerinden birinin araştırma görevlisi olan oğlu Asil'in, Karçarlu obasıyla ilgili takıntısını ve nişanlısı Güldem'le aralarındaki ilişkiye dair detayları öğreniyoruz. Kitabın bu kısımlarında, yörüklükten derebeyliğe geçen bir obanın, zamanla asimile olmasını, diri tutmaya çalıştıkları törelerini ve adetlerini yavaş yavaş farketmeden terkettiklerini görüyoruz. Diğer tarafta ise Asil'in zihninde flashback olarak çakan isimler, imgeler ve rüyalar, giderek bir takıntı haline geliyor.

Kitabın ilerleyen sürecinde, İshak Beg'in, "bey" olarak sorumluluklarını, görevlerini sorgulaması, halkına karşı takınması gereken kimlik hakkında yaşadığı iç hesaplaşmalar, klasik "kimlik bunalımı" yerine daha çok daha akıcı şekilde anlatılmış. "Edinilmiş iktidar" mefhumundan ötürü, yapılan "korkunç" bir yanlışın sonrasında gelişen daha da ürkütücü bir süreç bizi bekliyor. "Atılan ok, bir daha geri dönmez" lafını hatırlatırcasına, yanlışın "atılan bir ok" ile gerçekleşmesi detayı da oldukça hoş. Diğer tarafta, günümüzde Asil'in, nişanlısı Güldem ile birlikte, olaylara ve birbirlerine verdikleri tepkiler çok doğal. Radyodan salınan müziklerin, ilgili kısımlarla olan uyumu da gerçekten çok güzel detaylar. (Özellikle Sleepy Hollow ve Ichabod Crane detayları, yüzüme bir Münir Özkul gülümsemesi yerleştirdi.) "Şimşeklerin çaktığı bir akşamda, gotik ve mum ışığında sevgiliyle içilen şarap" fikri de, korku ve gerilimi seven biri olarak, bilinçaltımı baya bir gıdıkladı, itiraf ediyorum.

Ve sonunda, kitabın ana karakteri olan Abdülharis Paşa'nın doğum süreci ve ergenliğe girişi anlatılıyor. Burada, Abdülharis'in, "bey oğlu" olma zorunluluğu ve bunun Abdülharis üzerindeki baskıları, bir taraftan "Abdülcük"ün halkı içerisinde yer edinme, hatta yer yer caka satma gibi ergenliğe yeni adım atan, 17.yy Balkanlarında yaşayan bir delikanlının ergenliğe geçiş süreci, karşı cinsi farketmesi ve kendini ispatlamak için eline geçen fırsatları iyi bir şekilde kullanmasını, karakterle özdeşleşerek görüyoruz.

YAZARIN NOTU: "Adama gelmez hatun kısmından bir faide more!" repliği, ayrıca hoşuma gitti.

Sırada, Abdülharis'in kendini, beyliğine ve Osmanlı'ya ispat edebilmek için aradığı eşsiz fırsatı değerlendirmesine ve Osmanlı adına cephede kazandığı kişisel başarıları okuyoruz. Özellikle parantez açmak istediğim kısım, sevgili Yaltırık'ın, orduyu ve savaş alanını anlatırken kullandığı üst düzey tasvir yeteneği. Yazarın tasvirdeki mahareti sebebiyle, Osmanlı'nın ordusunu, "nehirleri içerek kurutan Xerxes'in Pers ordusu" gibi görmeye başlayıp, savaş kısımlarını okurken de Nef'i kasidesi okuyormuş gibi kılıç şakırtılarını, tozu, kanı ve pisliği yüzünüzde hissedebiliyorsunuz. Mehmet Berk Yaltırık'ın önceki öykülerinde ve eserlerinde de tasvirdeki bu başarısını görebilmek mümkün. Filizleri atılan karakterin asıl gelişimi ise orduda yaşadıkları ve görüp geçirdiği şeylerle başlıyor. Genç ve gelecek vaadeden bir derebeyi iken bir anda kaçak olup, kendini insanlardan soyutladığı, yaralandığı, aç gezdiği ve hatta "karışanları" gördüğü kısımlar, çok kısa bir zamanda yaşanan karakter değişimini gayet güzel vurgulamış. Sonraki kısımlara da altyapı oluşturan bu bölümler, Abdülharis Paşa'nın umudunu yitirdiği bir sırada kendisine yaklaşan "garip suretli adamlar" tarafından bulunmasıyla, bambaşka bir safhaya geçiş yapıyor.

Abdülharis'in serdengeçtiliği ve birlik olduğu "hayduk" çetesiyle olan süreci ve buradayken yaşadığı travmatik olaylar, duygu-durum geçişleri, bizi karaktere dair ufak ufak hazırlayan süreçler. Bir grup acımasız ve korkunç eşkıyanın arasındaki sürede, biz de okur olarak Abdülharis'le sık ormanlar ve dağlar arasında adam kesiyor, haraç alıyor, işkence yapıyor ve al topuklu beyaz kuzularla güreş tutar hale geliyoruz (burada inceleme yazarı, sakal atma hareketi yapmaktadır). Romanın konusunun haricinde, gerçekten de 17.yy da bir eşkıya grubunun yaşayışı, var olabilmek adına yaptıkları ve birbirleri arasındaki garip hiyerarşik ilişkiye, çok detaylı şekilde vakıf oluyoruz. Hem sosyal hem beşeri olarak, hem de dönem Osmanlı'sının devlet yönetimine dair ufak detayları, yer yer doğrudan, yer yer dolaylı olarak, bu kısımda öğrenebilmek mümkün. Tabii bu esnada, Abdülharis'in giderek hissizleşip, zalim, gaddar ve çok tehlikeli birine dönüşümü de aktarılıyor. Bazı bölümlerde eşkıya grubunun yaptığı işkenceler, kurgu mudur, gerçek midir bilinmez, çok yaratıcı. Malum dönüşüm hasebiyle, Abdülharis'in bu hissizlikle oynamaya başladığı tehlikeli bir kumar, yine akışın seyrini değiştiriyor. Günümüz kısmında ise Asil'in araştırması sırasında akademisyenlerle arasındaki sancılı ve bir o kadar da mecburi ilişkileri, hem annesi hem de nişanlısı Güldem arasında kalması, basiretsizliğinin aklına gelişi, atalarının sahip olduğu kudrete hayranlıkla bakması ve hayatına dair kontrolsüzlüğünün, hocası İsfendiyar tarafından eleştirilmesi, güzel detaylar. Sevgili Yaltırık, çok ufak ve güzel dokunuşlarla akademisyen egosunu hicvetmeyi başarmış; ayrıca takdir ettim.

Sonraki süreç, Abdülharis'in gerçek anlamda yükselişi, evine dönerek beyliği alması ve kendisine paşalığın verilişi ile devam ediyor. Hem orduda, hem de şakilik zamanlarında kişiliği katılaşan Abdülharis'in, zekasını ve şüpheciliğini de kullanarak, mıntıkasında göz bile açtırmaması, her ne kadar Osmanlı'ya tabii olsa da, bölgesini savunurken acımasız eşkıya yöntemleri kullanması ve en sonunda çocukların, "sus yoksa seni Abdülharis Paşa'ya veririm!" denilerek, korkutulduğu bir karaktere evrilmesi ile devam ediyor.

Romandaki asıl kırılma noktasıysa, bir ihanet ile geliyor. Yine yabanda göz açtırmayan, iki ayaklı kurt olmuş eşkıyaların vahşi doğası ortaya çıkıyor ve paşamız, hiç beklemediği yerden büyük darbeyi alarak, ürkütücü doğasına geçişini tamamlıyor. Özellikle paşanın kız kardeşi İsmihan'ın bulunduğu kısımlar, gerçekten çok ürkütücü. Hatta İsmihan karakteri, zaman zaman, romanın korku seviyesini tek başına sırtlamış. 

Kitabın kalan kısmı, Abdülharis Paşa'nın Osmanlı'nın çöküşü, cumhuriyetin kuruluşu ve bir çok olay esnasında unvanını muhafaza ederek, değişen dünyaya ayak uydurması, hatta ve hatta teknolojiyi bile kullanarak, kendine yeni kurbanlar bulması ile devam ediyor. Tam bu esnada, Paşa'nın, kitapta çok ince şekilde kurgulanmış bir başka karakter ile karşılaşmasını okuyoruz. Muhtemelen sonraki kitaplarda bu karakteri daha sık okuyacağımızı tahmin ettiğim için, fazla detaya girmeyeceğim.

Geçmiş ve şimdiki zamanın bir araya geldiği final sekansında ise neyin ne olduğu apaçık ortaya çıkıyor ve dehşet verici gerçekle yüz yüze geliyoruz. Roman, gayet güzel bir finalle bitiyor.

Kendimce kitabın güzel tarafları
 
Tasvirlerin çok güzel oluşu, öykünün gayet güzel ilerlemesi (hatta bazı zamanlarda kitap akıp gidebiliyor) zaman atlamalarının güzel verilişi ve kronolojiye verilen önem. Karakter gelişimleri ve yazılışları çok başarılı. Tarihteki gerçek olaylara dirsek temasında seyreden hikaye. Hem geçmiş hem de günümüz insanı üzerinden, çok yerinde sosyal ve psikolojik tespitler. Topluma, insanlara, akademisyen çevrelerine, erkeğe, kadına, kısaca hicvedilecek çoğu şeye tam dozunda ve tadında hicvedilmesi. Hollywoodvari herhangi bir öğenin kitapta bulunmaması.

Kendimce kitabın kötü tarafları
 
Asil'in bulunduğu kısımlar, Paşa'nın bulunduğu kısımlara göre çok daha sönük. Kitaba renk katan "playlist" olayı güzel düşünülmüş ama yine de yer yer fazla sıkıcı. Özellikle klasik akademisyen çevresindeki kişilerin hırsları ve egoları ya da kadın karakterin çok doğal ama gereksiz tepkilerini okumak, Paşa'nın yolculuğuna kıyasla daha az tercih edilebilir olabiliyor.

Yer yer aşina olmadığımız bazı kelimeler, deyimler ya da deyişler, anlatımda karşımıza çıkabiliyor fakat okumayı çok da etkilemiyor. Olumsuz diyebileceğim son şey de, tarihlerin, isimlerin ara ara çok fazlalaşması. Belli bir kısımda, bundan dolayı kitaptan biraz koptuğumu hatırlıyorum. Fakat yine de roman, sonraları toparlıyor. Korku düzeyinin beklediğimden az olduğunu da ekleyeyim.

Sonuç olarak, sevgili Yaltırık'ın uzun süredir üzerinde ilmek ilmek çalıştığı bu romanı, genel anlamda beni tatmin eden bir romandı. Korku düzeyi bir-iki tık daha yüksek olsa, tadından yenmeyebilirdi. Ama bir orijin öyküsünü konu alan bir roman için gayet başarılı. Kitap sizi beyninizden vurulmuşa çevirmiyor, aylarca etkisinde bırakmıyor belki ama karakterlere ve kitabın geçtiği evrene sizi daha da yakınlaştırıyor. Kitabın asıl özelliği biraz da bu. Alışılmadık vampir öykülerini seviyorsanız, kitap tam size göre. 

Bir de güzel not: Mehmet Berk Yaltırık'ın yeni romanı da galiba yolda. Sanırım bu sefer, İstanbul'un korkutucu gecelerine gideceğiz.


16 Eylül 2019 Pazartesi

Suretler





-SURETLER-



“Veâyetun lehumu-lleylu nesleḣu minhu-nnehâra fe-iżâ hum muzlimûn(e)”



“Gece de onlar için açık bir kanıttır. Gündüzü ondan çekip alırız da karanlıkta kalıverirler.” –

Yasin Suresi, 37. Ayet.


OKUYACAĞINIZ BU ÖYKÜDEKİ KİŞİLER, KURUMLAR VE OLAYLARIN HEPSİ, BİRER KURGU VE HAYAL ÜRÜNÜDÜR.


Işıkları söndürülmüş otobüsün retarder sesiyle gözlerimi açtım ve hemen yanımda onu gördüm. Otobüs koltuklarının vücudu acıtan o rahatsızlığına rağmen, huzurlu gibiydi. Aslında kendisiyle çok fazla samimiyetim olmasa da severdim Ömer'i. Okulda hep sessiz sakindir; sadece muhtelif zamanlarda biraz daha eğlenceli bir hale gelen biridir aslında. Herhangi bir arkadaş grubuna dahil olmayan, erkeklerin pek konuşmadığı, kızlarınsa mesafeli davrandığı ortalama çocuklardan biridir. Yeni kayıt zamanlarından hatırlıyorum, ilk senesinde ucube gibi hareketleri olduğu için başta herkesi tedirgin etmişti. Zamanla o çekingenliği üzerinden attı; ikinci sene bittiğindeyse normal şekilde sosyalleşip, okulda kendine bir yer edinmeyi başarmıştı. Fakat bunlara rağmen, kimseyle normalin ötesinde bir samimiyeti yoktu. Herkes evine gittiğinde ve bütünlemeler başladığında beraber takılır olmuştuk. Ömer, tüm sınav dönemi boyunca, İzmir'deki yazlıklarının ne kadar güzel olduğunu ve orada çok eğleneceğimizi anlatıp durmuştu. Benim de aklıma yatmıştı. Evdeki o sıkıntılı ortamdan ne kadar uzak kalabilirsem, benim için o kadar iyiydi. Ömer'in davetini kabul ettim ve evi arayıp, durumu anlattım. Her şey hazırdı. Yurtta aceleyle bavullarımızı toplamış, biletlerimizi almıştık ve yazlık yolundaydık.
Otobüs, sabah vakti başkent Konak Otogarı'na giriş yaptı ve Ömer'i uyandırdım. Valizlerimizi aldık ve Gümüldür'e doğru yola çıktık. İki saatlik yolculuktan sonra taksiye binerek yazlığa gelmiştik. Yazlık, sık ve uzun ağaçların arasından belli belirsiz görünüyordu. İlk andaki görünümüyle daha çok eski bir patika yolun üzerinde yalnız kalmış, uzun ve ince bir adamı andırıyordu. Kalabalıktan uzakta, orman içinde bir yere konuşlandırılmıştı. Fakat yine de önünden geçen yol, görece daha derli topluydu. Yazlığın etrafındaki otlar ve çiçekler büyümüş, yazlığın balkonuna ve üst kat penceresine kadar taşmıştı. Uzun zamandır buranın bakımının önemsenmediği belliydi. Etrafta ailesinden veya akrabalarından birini görmeyi umarken, Ömer, ağır ağır kapıya doğru ilerledi ve cebinden anahtarı çıkarıp, kapıyı açarak, valizleri içeri fırlattı. Rahatlığını garipsemiştim.
"Bizimkiler İzmir'de uzaktan akrabaların yanına uğrayıp öyle gelecekler, bu akşam muhtemelen gelmezler, yani biz bizeyiz".
Bunu söylerken gözleri parıldamıştı. Biraz keyiflenmiştim. Ailesi gelene kadar en azından bir kaç saatlik özgürlük hissi bana güzel gelmişti. O rehavetle, girişteki büyük koltuklardan birine yılışıkça kendimi attım. Burada eşyalar gösterişsiz, basit ve sıradandı. Tipik bir yazlık eviydi. Hava sıcak olmasına rağmen, yerler halı fleks ile kaplıydı. Gözüm bir an duvardaki fotoğraflara takılmıştı. Evin duvarlarında oldukça mutlu aile fotoğrafları vardı. Fotoğraflar, klasik orta-üst sınıf bir aileye aitti: Ömer'in ebeveynleri olduğunu düşündüğüm bir doğum günü kutlaması, dedesi ve anneannesine yapılmış bayram ziyareti, ebeveynlerinin nişan ve düğün merasimleri, Ömer'in ilk kez (ve muhtemelen burada yaşadığı) deniz suyuyla tanışması... Saadet ve huzur dolu tüm bu fotoğrafların arasında asıl dikkati çeken ise diğer fotoğrafların tam ortasında duran daha büyük bir başka siyah-beyaz fotoğraftı. Fotoğraftaki, genç ve güzel bir kızdı. Kumral ve düz saçları, ok gibi kaşları vardı. Gözleri fazla canlı ve koyu renkliydi; anlamlı ve biraz da hüzünlü gözlere sahipti. Dudakları dolgunca, çenesi de sert hatlı fakat biçimliydi. Ağzının kenarına belli belirsiz bir gülüş sığdırmıştı. Gülüşündeki ifade, belli etmek istemese de biraz sert ve despotçaydı.
"Halam. Pelin halam. Ne kadar güzel değil mi?" Ömer, fotoğraflara dikkatlice baktığımı görmüştü.
"Evet, gerçekten güzelmiş" diyerek yanıtladım. Fotoğrafları böyle dikkatli incelediğimi ben de sonradan fark edip biraz kendimden utanmıştım. Yeni nesil her genç gibi çevreden ve dünyadan bir kaçış yolu olan telefonuma davrandım. Sosyal medya için tatil fotoğrafları çekme hayallerim, mobil internetin çekmediğini gördüğümde suya düşmüştü.
"Evet, çekmez. Wi-fi de bağlatmıyorlar, zaten durduğumuz bir ay bile değil, benim için de zor oluyor".
Ömer, üst raftan çay kabını indirip, çay koymaya girişmişti. Ben de üst kata yerleşebileceğim bir oda aramaya çıkmıştım. Ağır ağır merdivenleri çıkarken, karşımda hareket eden devasa bir kara suret görüp duraksadım. Suret, gulyabani gibi kollarını açıp beni kapıp götürecekmiş gibi duruyordu. Daha dikkatli bakıp, gözlerimi kısınca, suretin, büyük ve ağır bir ayna olduğunu gördüm. Üstü tozluydu; görünümü de antika gibiydi. Aynanın etrafında gotik figürler ve kıvrımlar içeren pirinç bir çerçeve vardı.
“Gördün mü?"
İrkilmemi zapt edememiştim. Ömer arkamdaydı. Yüzüne muzur bir ifade yerleştirmişti.
"Neyi gördüm mü?". Sesim beklemediğim kadar cılız ve çatallıydı.
"Aynayı diyorum. Aile yadigârı bu ayna. Dedem zamanında çok pahalıya almış bunu. Dokundurtmuyor da. Yaşlılar işte. Ah! Bence pencereye bakan oda tam sana göre kardeşim."
                Yerleştikten sonra üzerimi değişip, aşağı indim. Ömer bardakları hazırlarken ben de biraz aksiyon olsun diye mutfak penceresinde duran radyoyu çalıştırmayı başarmıştım. Ömer, gayet komik hareketlerle evin içinde dans ediyordu.
"Ses ver ses!"
Şarkının aralarında cızırtılar başlamıştı: "Kalbimde kırılmadık yer mi bıraktı....".
"Oğlum şu kadın anam yaşında ama... Ah bir elime geçse var ya...". Bir yandan da çayları dolduruyordu. Frekans, şarkı bitmeden, saat başı haberlere geçiş yaptı:
"Gündem: Uluslararası İstanbul Devleti sözcüsü Jeffrey Keller, İngiliz parlamentosuyla işbirliğine devam edeceklerini açıkladı... Ege Devleti, eski belediye başkanlarından Çelik Toker'e fahri başkanlık unvanını törenle verdi...  Anadolu İslam Devleti lideri Abdürrezzak Aydoğdu, genel seçimdeki %70'lik oy yüzdesi için seçmenlerine, "Halkımız, bizi bölmek isteyen dış güçlere hak ettiği dersi, demokrasi ile vermiştir, tüm seçmenlerimize teşekkür ediyorum." cümleleriyle seslendi. Sıkıyönetim ile ilgili sorulara ise "Sayın İstanbul Hükümeti'nin uygun gördüğü şartlar sağlanırsa, sıkıyönetimin bozulması konusunda tekrar müzakere talebinde bulunacağız" cevabını vermekle yetindi... Spor: Bugün Şampiyonlar Ligi grup kuraları, saat 19:00'da çekilecek. Son şampiyon Galatasaray, kuraya birinci torbadan katılacak... Müzik: Pop müziğin yükselen değeri Gizem Karadayı, Sıla'nın Kanlıca'daki yalısında görüntülendi. Sıla'dan yepyeni üç şarkı aldığını ve yeni albümünde bu üç şarkının da olacağını hayranlarına müjdeledi..."
Ömer bir sigara yakıp bana da uzattı ve birlikte verandaya çıktık. Duyabildiğim tek şey, radyonun içeriden gelen cızırtılı sesiyle birbirine karışan böcek ve kuş sesleriydi. Denizin ve sahilin sesi de belli belirsiz kulağıma çalınıyordu. İçimdeki huzurun arttığını hissetmiştim; ailemin bitmek bilmeyen yakınmaları ve suçlamalarındansa, burasının daha özgür ve daha huzurlu bir yer olduğuna kendimi çoktan ikna etmiştim bile. Çayım biterken, Ömer, omzunda havlularla gelip, denize gitmeyi teklif etti. Biraz düşündükten sonra uzun yolculuğun bedenimi yorduğunu fark ettim ve nazikçe reddettim. Ömer de havlusunu alıp denizin yolunu tuttu.
Akşam güneş batarken Ömer gelip beni uyandırdı. Gelirken yiyecek bir şeyler almıştı. Ömer'in bilmediğim bir yönü de, mutfakta ne kadar becerikli olduğuydu. Hava kararmıştı. Tekrar verandaya çıktık ve birer bira açarak sohbet etmeye başladık. Akşamın serinliğinde laf lafı açarken, konu da git gide daha gizemli ve mistik konulara doğru kayıyordu. Bildiğim kadarıyla Ömer'in bu konularda fazla olmasa da bilgisi vardı. Okulda bunlarla ilgili bir kaç şeyden bahsettiğinde, sınıftaki post modern ateist kalabalığın uzunca dalgasına maruz kalıp bana dert yandığı zamanları hala hatırlarım. Ayrıca komplo teorilerine de inanırdı. Eskiden Trakya'da, Batı Karadeniz'de ve Ege'de anlatılagelen bir kaç ürpertici hikâye anlatıp lafını bitirdikten sonra, silah patlaması gibi geğirdi.
"Pelin halam, şu duvarda büyük resmi olan güzel kadın... Onu çok severdik…” Yüzünü ekşitmeye başladığında, benim de boğazım düğümlenmişti.
"Onun hikâyesi de gizemliydi. Bunu sana anlatacağım ama aramızda kalacak”
Benden onay almasa bile hareketlerinden, anlatmaya hevesli olduğunu anlamıştım. Doğru dürüst samimi bile olmadığım arkadaşımın ailesinin gizemli geçmişini öğrenmek konusunda yoğun bir dürtüye kapılmıştım.
"Tamam, anlatmayacağım."
“Söz ver!”
“Ulan söz? Kime anlatacağım?”
“Tamam. Biraları alalım da içeri girelim. Hava çok serinledi.”
Biraları üst kata taşıdık. Ömer’in karşısındaki koltuğa oturdum ve bekleyen bakışlarla ona bakmaya başladım. Alakamı cezbettiğine emin oldu ve anlatmaya başladı:
“Bundan yaklaşık yirmi sene önceydi...”



...Pelin, akşam için hazırlığını yaparken, kendisine fazladan önem verdiğini, aynada kendisini izlerken fark etmişti. Üniversitenin ilk yılını, çoğu kız öğrenci gibi çekimser kalıp, etrafı tanımaya çalışarak geçirmişti. İkinci senesinde de sosyalleşmeye başladığını hissediyordu. Bunun en bariz emaresi de, gönlünü kaptırdığı Volkan'dı. Sürekli kaçamak kesişmeler, sohbetlerde yapılan karşılıklı atışmalar ve yer yer yükselen libidoya rağmen, Pelin, kendisini frenlemeyi iyi biliyordu. Fakat Volkan'a dair bazı güvensizlikleri vardı. Volkan'ın çevresindeki çok sayıdaki kız ve Volkan'ın onlara davranış biçimi, Pelin'de bazen soru işaretleri yaratıyordu. Tüm bunların ötesinde, Pelin, Volkan'a kayıtsız şekilde güvenip, tüm ruhu ve benliğiyle Volkan'a kendini bırakmak istiyordu. Ama Volkan, her seferinde bilerek ya da bilmeyerek söylediği veya yaptığı bir şeyle Pelin'i bundan vazgeçiriyordu. Fakat Pelin bu sefer kararlıydı. Şehirden uzak bir orman evinde toplanacakları bu gecede, Volkan'a içindekileri bir bir dökecekti. Normalde ketum biri olduğu için bunu nasıl yapacağını da kendisine sorup duruyordu. Aynada bir kez daha kendisine baktı ve güzel olduğunu kendisine ikna edip, kafasındaki dönen tüm bu düşüncelerle birlikte yurttan çıktı.

...ortada sönmekte olan bir ateş yanıyordu. Saat, gece yarısından sonra iki buçuğa gelmişti. Evin içinden ve etrafından mutlu sesler, gülüşmeler ve konuşmalar duyuluyordu. Pelin, elindeki bira şişesiyle ateşin başında oturmuş, düşünceli bir tavırla gözlerini ayırmadan ateşi izlemekteydi. Herkes eğlenirken, Pelin'in melankolik halinin sebebi, yine Volkan'dı. Volkan, sarhoş kafayla, okulun en hafifmeşrep kızı Gözde'nin yaptığı kura karşılık vermiş, orman evinin arkasındaki kuytu köşede kızla öpüşürken, grubun geri kalanı tarafından görülmüş ve bu olay bir anda partiye damga vurmuştu. Kız halinden çok memnundu; Volkan'sa başta utansa da sonradan alkolün etkisiyle ortama uymayı tercih etmişti. Daha da kötü tarafı, tüm bunları Pelin'in gördüğünü biliyordu ama artık çok geçti. Pelin, umutsuzca böyle olmamasını istediğini fark etti ama elinden artık bir şey gelmiyordu. Volkan'ın yaptığı bu çiğlik ve olmamışlık, yaptığı seçimin yanlışlığı ve gizlemeye de çalışsa tüm bu hissettiklerinin aslında boş olduğu gerçeğine vakıf olduğu bir aydınlanma anında bir refleks ve öfke patlamasıyla ayağa kalkıp, elindeki birayı, sönmekte olan ateşin üzerine yavaşça dökmeye başladı ve şişeyi de yere atıp, hızlı adımlarla uzaklaştı. Şişe patlayarak, hala yanmaya devam eden közleri etrafa savurdu.
Pelin, kimseye haber vermeden patika yola çıktı ve yürümeye başladı. İçindeki ateş öyle harlıydı ki, peşine o ormanlık alanda kurt sürüsü bile takılsa, gözlerinin hiddetinden korkup kaçarlardı. Pelin, evi arkasında bırakmıştı; artık etrafta tek duyup görebildiği, ağustosböceklerinin sesleri ve açık gecede büsbütün seçilebilen yıldızların ışığıydı. Biraz yorulduğunu fark edip, adımlarını yavaşlattı. Kafasını kaldırıp, yıldızlara baktı. Bir an, içinden geri dönüp, Volkan'ın taşaklarını sağlam bir tekmeyle kullanılamaz hale getirmeyi düşündü. Dönmesine ramak kala, aklından bunun artık anlamsız olacağına karar verdi ve yürümeye devam etti. Yüzü ekşimişti. Henüz bir kaç adım atmıştı ki, arkasından gelen sesle irkildi:
"Pelin?"
Pelin, sesi tanımıştı. Arkasını döndüğünde, Volkan'ı, bir ağacın arkasında dikilirken gördü.
"Ne istiyorsun?"
Volkan hareket etmeden biraz bekledi. Ağacın gölgesinde öylece dikiliyordu.
"Neden yaptın Pelin?”
Pelin biraz duraksadı. Volkan’ın bu tarz deliliklerine alışıktı, yer yer sersemliğe vardıracak kadar saçmalamalarına da tahammül edebilirdi. Her niyeyse, bu seferkinde içinde dizginleyemediği bir tedirginlik hâsıl olmuştu.
"Herife bak ulan, hem suçlu hem güçlü! Ne yaptım ulan şerefsiz herif?"
Volkan’ın vücudu, bu cevapla birlikte bir anda kaskatı vaziyette dikleşerek tepki vermişti. Karanlığın içinden konuşmasa da, Pelin, Volkan’ın homurtularını ve kesik kesik hareketlerini fark edebiliyordu. Pelin’in tedirginliği artmıştı. Gözlerini kısıp, Volkan'ı görmeye çalışsa da, Volkan, ağacın tam arkasında kaskatı bir şekilde dikiliyor, Pelin kafasını uzattıkça kıkırdıyordu. Pelin iyice sinirlenmişti. Volkan'a doğru bir kaç adım attı.
"Ulan amına koyduğumun oğlu, çocuk mu var lan senin karşında?!?!"
Pelin’in lafı bitmeden, Volkan, gurultuya benzer sesler çıkararak bağırmaya başlamıştı. Pelin, duyduğu sesten ürkmüştü. Etrafına bakınmaya başlayan Pelin, yüzünü ağaca döndüğünde, hardal sarısı iki parlak gözün kendisine dikildiğini dehşet içinde fark etti. İçinde biriken tüm öfkesi, yerini şok ve korkunun etkisine bırakmıştı. Karşısındaki her ne ise o kişi Volkan değildi. Geri geri sendeleyip koşmaya başladı. Bacaklarının titremesine aldırmadan koşmaya devam etti. Durursa, o şeyin kendisini yakalamasından korkuyordu. Ve tüm bu korkusu, bacaklarındaki kuvveti adeta çekip sömürüyordu. Ama Pelin'e asıl dehşeti yaşatan, arkasından yükselen bilinmeyen bir dildeki hırıltılı lanetlerdi. Pelin, yolun yokuş aşağı olan bir kısmında hızlanırsa, belki bir ihtimal arkasındaki "şeyi" atlatabileceğini düşündü. Yokuşun tepesinde biraz daha hızlandı ve bir ağaç dalına takılıp kafasını vurmadan önce son görebildiği şey, yokuşun tepesinden ona bakan ve gecenin zifir karanlığında dahi parlayan sapsarı gözlerdi.
Pelin, sıçrayarak uyandığında, arkadaşı Merve hemen kalkıp yanına gitti.
"Şşş tamam, geçti, sakin ol."
"Çok korktum Merve. Orman evindeki o yolda bir şey, Volkan'ın kılığına girmiş şekilde bana geliyordu, çok korktum!"
 Pelin, soğuk soğuk terlemişti ve Merve'yi yanında görmek, iyi hissettirmişti. Merve, gözlerini Pelin'in gözlerine dikerek gülümsemeye başladı.
"Senin için geliyorlar değil mi?"
Pelin, Merve'nin dudaklarının odanın karanlığında uzamaya başladığını fark etti. Gözlerinin feri sönüyor, sanki bilinmeyen bir güç, iki gözünü de sömürüyor, dipsiz bir kuyuya çeviriyordu. Pelin, hareket etmek istiyor, çığlık atmak istiyordu fakat başaramıyordu. Heyula, insanı yerine çivileyen bir bakış attı ve korkunç bir böğürtüyle bağırdı. Pelin, boğazından kopan sessiz çığlıkları dizginlemeye çalışırken uyandığını fark etti. Bir hastanedeydi. Koşarak gelen hemşire, gerekli olabileceğini düşünerek hazırladığı sakinleştirici şırıngayı da alarak odaya girdi.
"Işıkları aç!"
“Şşş, tamam sa….”
“Işıkları aç dedim!”
Hemşire, odanın ışıklarını yaktığında, Pelin bu sefer gerçekten uyandığını anlayıp rahatlasa da sabah ezanına kadar gözüne uyku girmemişti.
Pelin, sonraki günlerde olup bitenlerden ne ailesine, ne de arkadaşlarına tek kelime etmedi. Volkan'ın yüzüne bakamıyordu. Volkan'la karşılaşmamak için derslere girmediği bile oluyordu. O yarıyılı, uyku problemleri, bitmeyen kâbuslar yüzünden üç zayıf dersle bitirebilmişti. Pelin'in oda arkadaşlarıysa, hem Pelin için endişe duyuyorlar, bir taraftan da korkularını gizlemeye çalışıyorlardı. Pelin sıklıkla geceleri uykusunda bilinmeyen ve anlaşılmayan bir dilde hızlı hızlı sayıklıyor, uyandığında ise hiçbir şey hatırlamadığını söylüyordu. Ve yine oda arkadaşlarının söylediğine göre, Pelin'in belli belirsiz sayıkladığı anlarda, odanın içi bir anda buz gibi oluyordu.
Pelin ise tüm bu yaşadıkları sanki gerçek değilmiş gibi davranıyordu. Yine de durumun ciddiyetini sadece kendisi biliyordu. Geceleri uykusunda belli belirsiz gördüğü o korkutucu imgeler ve suretler yüzünden delirdiğini düşünüyordu. Anlayabileceğini düşündüğü kişilere tüm bunları anlatmak istese de, hemen vazgeçiyordu. O dönemki son bütünleme sınavına da girdikten sonra, güz dönemindeki üç kırık dersini ev ahalisine nasıl açıklayacağını düşünerek valizini hazırlamış ve yola koyulmuştu. Uzun yolculukta bir kez bile otobüste uyumayı başaramayan Pelin, tüm İzmir yolunda huzursuz da olsa, uyumayı başarmıştı. Otobüsteki kalabalık ve ışıklar sayesinde kendini biraz daha güvende hissetmişti. 
Eve vardığında ailesi, Pelin’deki solgunluğu ve keyifsizliği fark etmişti. Annesi, onu böyle görünce, endişesini gizlemeye çalışarak karşılamıştı Pelin’i.
“Miniğim mi gelmiş benim? Aman da hoş gelmiş, sefalar getirmiş. Nasıl bakalım Ankara?”
“Soğuk. Sıkıcı. Öyle işte. Siz nasılsınız? Nasıl gidiyor?”
“Biz nasıl bıraktıysan öyleyiz. Baban akşama gelecek. Irmak’la Selim de okuldalar. Sen açsındır, ne yemek istiyorsan onu yapacağım bu akşam. Hem bir misafirimiz var.”
“Hayırdır, istemeye mi geliyorlar yoksa?”
Pelin, bir an bunun gerçek olmasını diledi. Oldukça iyi giden eğitimi ve okulu, garip ve tanımlanamayan olaylar yüzünden sekteye uğramıştı. Fütursuzca, zengin ve yakışıklı bir oğlanın bir anda çıkıp gelerek onu tüm bu kasvetten ve sıkıntıdan kurtarmasını düşledi. Daha sonra bunu düşündüğüne hayret ederek, kendi kendine bıyık altından gülmeye başladı. Annesi Füsun, kızının yüzündeki gülümsemeyi görünce keyiflenmişti.
“Noldu kız? İnşallah bir gün o da olur. Köyden Nebahat teyzenin çok samimi bir dostu, bize oturmaya gelecek.”
“Gelsin bakalım.”
 O akşam, sofrada ailesiyle birlikte olmak, Pelin’e çok iyi gelmişti. Yabancı bir şehirde, yabancı bir yatakta geçirdiği uzun bir sürenin ardından, geceyi kendi evinde ve yatağında geçirecek olmanın huzuru vardı yüzünde. Mutluydu. Güvende hissediyordu. Telefonunun kilidini açtı ve Twitter’dan gelen bir mesajı gördü.
“Naber bebeksu?”
Pelin, mesaja cevap yazarken, kapının çalındığını duymamıştı. Yaklaşık bir saat sonra, annesi, kapıyı yavaşça çalarak seslendi:
“Pelin? Müsait misin kızım?”
“Evet?!”
“Biraz gelir misin, sana bir şey soracağım?”
“Geliyorum!”
Pelin kalktı ve mutfağa bakındı ama annesi orada değildi. Salona doğru yöneldiğinde, annesi ve babasını, yaşlıca bir adamla birlikte otururken gördü. Babasının endişeli, annesinin ise mahcup tavırları gözünden kaçmamıştı.
“Kızım bak, bu Settar Hoca. Köyden Nebahat teyzenlerin aile dostudur. Bir hoş geldin de bakalım?!”
“Hoş geldiniz.”
Pelin, yaklaşarak, adamın büyük ve nasırlı elini öpüp başına koydu. Adamın parlak beyaz saçları, sigaradan hafifçe sararmış bir bıyığı ve yaşanmışlık dolu gözleri vardı. Gözleri, baktığının ötesini görebiliyor gibiydi.
“Hoş bulduk kızım.”
Babası, Pelin’e, oturmasını söyleyen bir bakış attı. Pelin, koltuğun yanındaki sandalyelerden birine oturdu. Settar Hoca, endişeli bir tavırla elindeki tespihi çekerek, davudi sesiyle sordu:
“Son zamanlarda sana garip gelen ya da anlam veremediğin bazı şeyler yaşadın mı kızım?”
“Hayır yaşamadım?!”
Pelin’in titreyen sesi, yalan söylediğini belli etmişti. Dönüp annesine baktı. Nasıl olduğunu bilmese de, annesi durumdan haberdardı. Sinirlenmişti. Annesi, o daha lafa girmeden,
“Yurttan arkadaşın Gizem telefonda anlattı kızım. Sen bizim için her şeyden önemlisin. Eğer bize anlatamadığın bir şey varsa, Settar Hoca’ya anlatabilirsin. O bu işlerin yolunu yordamını bilir. Nebahat teyzeni aradım. Bana Settar Hoca’yı söyledi, biz de rica ettik, köyden buraya geldi. Eğer biraz hatırımız varsa, ne yaşıyorsan, ne biliyorsan, bildiklerini anlat yavrum.”
Pelin, annesinin içindeki korkuyu, babasının gözlerindeki endişeyi görmüştü. Başından geçenleri tek tek Settar Hoca’ya anlattı. Lafını bitirdikten sonra, Settar Hoca, ayağa kalktı.
“Korkma kızım. Allah’a sığın. Her derdin bir çaresi vardır.”
Settar Hoca, Pelin’in karşısındaki sandalyeye oturdu ve Pelin’in annesi Füsun’a göz kırptı. Füsun, evdeki tüm ışıkları söndürmüştü. Settar Hoca, su dolu bakır bir tas istedi ve tası, Pelin’le arasına koyup, tek elini tasın içine daldırdı. Bir de mum yakılmasını istedi. Pelin’in babası Şükrü bir mum yaktı ve Settar Hoca’nın işaret ettiği yere mumu koydu. Hoca, diğer elini de Pelin’e uzatıp, elini tuttu. Pelin, gözlerini kapatıp mırıldanmaya başlayan Settar Hoca’yı dikkatle izliyordu. Bir kaç dakika sonra, salonda devasa bir gürültü koptu. Panikle ışığı açtıklarında, sesin, devrilen büyük salon aynasından geldiğini anladılar. Settar Hoca, aynayı gördüğünde, bembeyaz kesilerek, ayağa kalktı ve Pelin’e sordu:
“Akşam ezanından sonra kızgın kora su mu döktün kızım?”
Pelin şaşırmıştı ve cevap verememişti.
“Durum sandığımdan da öte. Nasıl çare bulunur, hemen birkaç tanıdığımla istişare yapacağım. Bir şey olursa, saat fark etmez, beni arayın. Çok geç olmadan geri geleceğim inşallah.”
Settar Hoca’yı yolcu ettikten sonra, Pelin’in ve ailesinin tedirginliği artmıştı fakat Pelin, ilk anda hocanın ne demek istediğini de anlamamıştı. Volkan’ın suretini gördüğü geceyi tekrar hatırladığında, o akşam yanan ateşin içine öfkeyle bira şişesini döküp fırlattığını hatırladı. Annesi, hemen Settar Hoca’ya durumu bildirmişti fakat hocanın daha da korkutucu ses tonuyla anlattıklarını dinledikçe, rengi bembeyaz olmuştu. Pelin, hocanın ne dediğini sorsa da, annesi yanıtlamamıştı.
“Hoca bizi arayacak yavrum. Sen düşünme bunları. Allah izin verirse hepsinin çaresini bulacağız inşallah. Vakit çok geç oldu. Hadi yatalım artık.”
Pelin, merak etse de, duyacaklarından korktuğu için daha fazla ısrar etmemeyi düşündü ve odasına doğru gidip kapıyı kapattı. Annesi, Pelin’in odasına girdiğinden emin olunca, eşine, telefonda Settar Hoca’nın söylediklerini anlattı:  
“Kızın göz perdesi kalkmış. Çocuk, görülmeyenleri görüyor!”
Pelin, yatağının içinde oturuyordu. Settar Hoca’nın karanlıkta yaptığı şeylerden etkilenmişti. Adamın bembeyaz kesilmesindense, daha çok etkilenmişti. Bunları düşünmemeye çalışıyordu; eğer düşünürse, yine uykusu zehir olacaktı. Kendi evindeydi; öğrenci yurdundaki o sıcakmış gibi hissedilen ama dibine kadar soğuk olan rahatsız yatakta değildi. Yine de içini bir huzursuzluk kaplamıştı. Uzanıp, gece lambasını yaktı. Yatakta doğrulmadan, telefonunun kilidini çözüp, amaçsızca fotoğraf galerisini karıştırmaya başladı. Volkan ile çekindiği fotoğraflara gelince duraksadı. Daha önce böyle garip ve açıklanamayan şeyleri, doğru dürüst dinlememişti bile. Bununla ilgili en son dinlediği-okuduğu şey, Twitter’da kendisine, “bebeksu” diye hitap eden anonim hesaplı adamdı. Pelin, (çoğu kız gibi) iş olsun diye ya da canı öyle istediği için, sosyal medyada kendisiyle tanışmak isteyen erkeklere böyle davranır, onların sandıkları gibi olmadığını anlasa bile bozmaz, devam ederdi. Twitter’daki adam, bir kaç ay önce, “gizemli” olayları konu eden öyküler yazdığını söylemişti. “En fazla bir anonimin hayal dünyası” diye geçiştirdi. Acaba gerçek olabilir miydi? Yoksa gerçekten de internetteki bir anonimin gereksiz libido yükselmesi miydi?

Pelin, yatağa oturdu ve telefonundan kısık sesle bir müzik açtı. Gözlerini kapatıp, gerçekten de beyaz atlı bir prensin gelip onu tüm sıkıntılarından kurtardığı hayalini düşünüp, kendini neşelendirmeye çalıştı. Yatağının karşısında duran elbise dolabının aynasından kendine bakıp dil çıkardı. Sonra balkona çıktı…
…saat, gece yarısını hayli geçmişti. Pelin hala uyumamıştı. Uyumak da istemiyordu. Gündüz vakti içtiği fazla kahve, uykusunu kaçırmıştı. Aslında uykusunu kaçıran şey, kendi zihniydi. Düşündükçe aklı yeni şeyler buluyor, aklı yeni şeyler buldukça da daha çok düşünüyordu. Gecenin serinliğinde üst üste yaktığı sigaraların da faydası olmuyordu. Sigarayı söndürdü ve balkon kapısını sıkıca kapatıp, yatağa girdi ve gözlerini kapadı.
Birkaç dakika geçmişti ki, Pelin, yorgana sarınmasına rağmen, odanın soğuduğunu fark etti. Öyle soğuktu ki, nefesinin dahi buharlaştığını fark edebiliyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, burnuna gelen yoğun bir nem kokusu, ilk anda Pelin’in başını döndürmüştü. Pelin, koku ağırlaştıkça midesinin bulandığını hissetti. Daha fazla dayanamayacağını anlayıp ayağa kalktı ve lavaboya gitmek için odasının kapısını açtı. Kapı eşiğinden bir adım atmıştı ki, belli belirsiz kıkırdamalar duydu. Pelin, kıkırdamaların, ormanda Volkan’ın suretine giren yaratığın sesine çok benzediğini hatırladığında kanı vücudundan çekilmeye başlamıştı. Pelin, korkuyla o sesi ve geceyi tekrar hatırladı ve panikle, kısık sesle müzik çalmaya devam eden telefonunu şarjdan söktü. El fenerini yakıp, koridora tuttuğunda bir sürü ufak gözün ona aniden çevrildiğini gördü ve çığlığı bastı.
Pelin, sıçrayarak uyandığında babasını ve annesini yanı başında bulmuştu.
“Korkma kızım, geçti. Tamam geçti!”
Pelin, o gece yaşadıklarını hatırladı ve telaşla uzanıp, ışığı yaktı. Kâbus görmüştü.
“Kızım noldu? Sen uykunda sayıklamazsın. Garip şeyler söyleyip duruyordun, ne gördün rüyanda?”
“Bilmiyorum. Hatırlamıyorum.”
Annesi, Pelin’e sarıldı ve onu öptü. Babası da telefonla hocayla konuşuyordu.
“Gel ben seni bir okuyayım, öyle yat. Settar Hoca da aradı, birkaç gün gecikecekmiş, ‘sakın korkmasın’ diye de tembih etti.”
Pelin, yine aklını yitirecek gibi olmuştu. Tüm bunların bir çeşit döngü olmasından korkuyordu. Yine de olabileceği en güvenli yerdeydi. Başını tekrar yastığa koyarken, elbise dolabının aynasının örtülü olduğunu gördü. Annesine dönüp baktı.
“Hoca öyle söyledi. Vardır herhalde bir bildiği. ”
Kadının endişesi ve korkusu, yüzünden okunuyordu. Pelin’in gözleri, uykuya daha fazla direnemiyordu.
Pelin, kulağındaki uğultu sesiyle tekrar uyandı. Annesi yanında yoktu; ışığı açık bırakmış, uyumaya gitmişti. Pelin’in kulağındaki uğultu, ilk anda artarak çoğaldı, sonra git gide azalarak yok oldu. Odanın içinde derin bir sessizlik olmuştu. Pelin, bir süre etrafına bakındı ve gözleri açık şekilde başını yastığa koydu. Tam o anda duyduğu sesle irkildi.
“Tlok!”
Ses, tavandan geliyordu. Pelin, ne yapacağını şaşırmıştı.
“Trrrrrrrrrrrrrrrrrr!!!!!”
Sanki üst katta, birileri bir şey sürüklüyor gibiydi. Ses, eskiyip rulo yapılmış bir halı ya da ağır bir vitrinin sürüklenme sesine çok benziyordu. Her seferinde belli aralıklarla ve derinden geliyor, git gide şiddetleniyordu. Sesler bıçak gibi kesilmişti. Birkaç saniyelik sessizlik anında, Pelin, yatakta doğrulup etrafına bakarken, duyduğu sesle, tekrar olduğu yere çivilenmişti. Ses, elbise dolabından geliyordu!
“Tlok! Tlok! Tlok!”
Dolap her vurulduğunda, Pelin yerinden zıplıyordu.
“Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok!”
Pelin, yatağa girip, yorganına sarılarak, bunların birer rüya olmasını ummuştu. Ama sesler artıyor, vurulmalar daha da sıklaşıyordu.
“Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok! Tlok!”
Pelin, artık dayanamayıp, sesleri susturabilmek için bir an cesaretini topladı. Ayağa kalktı ve dolabın önüne gitti. Dolabın arkasında, sanki o dolaptan çıkmak isteyen bir “şey” var olduğunu hissetti. Vuran şey her ne ise oldukça kararlı şekilde vuruyordu. Her seferinde de dolap, sesin şiddetiyle sarsılıyordu. Dolabın aynasını örten çarşaf da dolapla birlikte süzülüyordu.
“Tlok! Tlok! Tlok!”
Pelin, dolabın önünde durduğunda, sesler bıçak gibi kesilivermişti. Pelin, merakının, korkusuna galip gelmeye başladığını hissediyordu. Örtünün altındaki “şey”, muhtemelen o gece gördüğü “şey” idi; merakını dizginleyemiyordu. Bilemediği bir şekilde, örtüyü kaldırıp, o “şeyi” görmek konusunda çok derin bir istek duyduğunu fark etti. Elini uzattı, fakat hemen korkarak geri çekti. Göreceği şeyden dolayı aklını yitirip, delirmenin ötesine geçeceği fikri, onu çok korkutmuştu. Fakat merakını ve cesaretini besleyen başka bir şey vardı. Pelin, anlık bir refleksle örtüyü tek hamlede çekip aldı.
Pelin, artık kendi kalp atışlarını çok rahat duyabiliyordu. Odanın loş ışığında, aynada görebildiği tek şey, kendisiydi. Gözlerini kapatıp, yine kötü bir kâbusun içinde olduğunu düşündü. Kendini telkin etmeye, sakinleştirmeye çalışıyordu. Aklının uydurduğu oyunlara bile ses çıkarmıyordu. Rahatlamak için içinden koyun saymaya başlamıştı: 1… 2… 3… 4...
Ona kadar sayacaktı ve sürekli tekrar eden bu kâbustan da uyanacaktı. Saymaya devam etti: 5… 6… 7… Pelin, bunların neden başına geldiğini düşünüyordu. Gözlerini açacak ve hayatına kaldığı yerden devam edecekti: 8… 9… 10.
Pelin, gözlerini açtı. Aynada gördüğü şey, yine kendisiydi. Geri birkaç adım attı. Fakat yansıması aynı yerde duruyordu!
Pelin’in aynadaki sureti, donuk ve boş bakışlarla, gözlerini Pelin’e dikmişti. Aynı ormanda Volkan’ın kılığına giren “şey” gibi, hareketleri hızlı ve kesik kesikti. Yavaş yavaş suretin yüzüne şeytani bir sırıtış yayıldı. Suretin ağzı gitgide büyüyor, Pelin’in görünümünde korkunç bir yaratığa dönüşüyordu. Pelin, kulağını sağır eden bir uğultu duymaya başladı. Duyduğu uğultu, hareket halinde insanın içine kadar işleyen ve titreten bir uğultuydu. Kulaklarını tıkasa da fayda etmiyordu: Uğultu, Pelin’in çığlıklarını dahi bastıracak kadar şiddetliydi. Heyulanın çirkin, bozuk, çarpık ve insana aklını kaçırtabilecek dehşetteki görüntüsü, Pelin’i bitap düşürmüştü. Yaratık, aynı anda her şeyin suretine girebiliyordu; karmaşık ve akla gelebilecek her şeyin suretine. Ama aynı zamanda da hiçbir şey gibiydi; fazlasıyla vardı ama bir o kadar da yoktu. Pelin, bir süre sonra, camgöbeği renginde iki korkunç gözün kendisine baktığını gördüğünde, kanının donduğunu hissetti. Fakat bu gözlerin, ormanda gördüğü gözlerle aynı olmadığını anlamıştı. Ecinni, kambur şekilde durmuş, aynadan Pelin’e bakıyordu. Derisi yanmış kömürden bile daha karaydı. Yaratık, asıl suretine dönüşünü bitirdiğinde, uğultular kesilmişti. Pelin de hipnoz olmuşçasına yaratığa bakıyordu artık. Yaratık, bir süre Pelin’i inceledikten sonra aniden korkunç bir çığlıkla bağırıp, Pelin’i yakalamak için kolunu uzattı. Sesi kadın çığlığını andırıyordu. Pelin, koşarak odadan çıkarken, yaratığın sesi boğuklaşmış, derinden boğuklaşan bir erkek sesine dönüşmüştü. Pelin, hızlıca salona doğru ilerlerken, kâbusunda gördüğü ufak adamlar kendisine kıkır kıkır gülüyorlardı. Pelin, çaresizlikle bağırarak salona ilerlemeye devam etti. Babası ve annesi telaşla kalkıp, ne olduğuna bakmaya gittiklerinde, Pelin’i salonun ortasında korkuyla dikilirken gördüler. Pelin’in kardeşleri de seslere uyanmışlardı. Ne olduğunu anlayamadan, devrilen aynadan uzanan kapkara bir el, Pelin’i bacağından yakaladı. O aynanın da üzeri örtülmüştü fakat alt kısmı tam kapanmadığından, heyula, o aralıktan elini uzatarak, kızı yakalamayı başarmıştı. Ailesinin çaresiz bakışları arasında, Pelin, korkunç bir çığlıkla, karanlık bir varlık tarafından aynanın içine çekildi ve kayboldu.
Settar Hoca, sabaha karşı yanında getirdiği diğer havas âlimleriyle birlikte geldiğinde, artık çok geçti. Diğer âlimlerle neler yapılabileceği konuşuldu. Settar Hoca, her birinden ayrı çözüm önerisi dinledi. Fakat yapılabilecek bir şey yoktu.
Aylar sonra, Pelin’in babası Şükrü, yazıhanesinde işlerini yoluna koymaya çalışırken, masasının üstünden titreyen telefonuna baktı. Arayan Settar Hoca’ydı.
“Selamın Aleyküm Şükrü.”
“Aleyküm selam hocam, buyurun?”
“Şükrü, akşam müsait bir anında benim eve gel, sana önemli bir konudan bahsedeceğim.”
“Hocam?”
Telefon kapanmıştı…


 
“…peki sonra noldu?”
Hem alkolün, hem de sıcağın etkisiyle büsbütün mayışmıştım. Tüm bunların üstüne, yıldızlı ve sıcak yaz gecelerinde, ateş başında anlatılan o ürkütücü hikâyelerden birini tüm gerçekliğiyle dinlemek, zihnimi büsbütün allak bullak etmişti. Çift görüyordum ve iyiden iyiye kafayı bulmuştum. Saat, gecenin üçüydü.
“Sonrası daha da garip.”
“Ne gibi?”
“Şimdi göreceksin Kerem kardeşim.”
Ömer, yavaşça kalktı ve merdivenin başında duran ağır aynayı bana doğru çevirdi. Hep böyle kaba saba şakalar yapmasına alışık olduğum için, gülmeye başlamıştım. Tüm vücudum uyuşmuştu. Kolumu bile kaldıramıyordum.
“Dedem, akşam ezanından sonra, Settar Hoca’ya gitmiş. Settar Hoca, dedeme Anadolu’daki diğer ilimcilerden deva bulamadığını, fakat Erzincan’da isim yapmış bir büyücünün kendisine bahsettiği bir anlaşmadan söz etmiş. Daha sonra, ona kızını görebileceğini ama bunun bir bedeli olacağını söylemiş. Ve kabul ederse, bunun için bir anlaşma yapabileceğini söylemiş.”
“Eee kabul etmiş mi?”
Ömer ışıkları söndürmüştü. Tedirgin olmuştum. Artık odadaki tek ışık, kalitesiz sivrisinek kovucu lambanın yaydığı loş ışıktı. Ayağa kalkmaya çalıştıysam da başaramadım. Hareket edemediğimi anladığımda, gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Sadece dehşet içinde Ömer’in neyin peşinde olduğunu anlamaya çalışıyordum. Ne yapmaya çalışıyordu?
“Evet.”
“Ecinniyle anlaşma yapılmış. Her yıl, bir günlüğüne, ecinni, Pelin halamı aynadan gösterirmiş bizimkilere. Bunun karşılığında da her sene, bir insanın ruhunu istermiş.”
Neyin içinde olduğumu bilemiyordum artık. Hareket edemiyordum, umutsuzca etrafa bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Önümdeki devasa aynada Pelin Hala’yı gördüğüm anda, vücudumdaki kan çekilmişti. Pelin Hala, şeytani bir şekilde gülümseyip, elini uzattı. Kapkara ve sivri tırnaklı bir el, beni bacağımdan bir hayvan gibi kapıp içeri doğru çekmişti. Aynanın içine çekilirken son hatırladığım şeyse, yarım kalmış bir bira şişesinin tıngırtısıydı.



- SON -

 

5 Nisan 2019 Cuma

Kara Kara Kapkara - OKUR GÖZÜYLE İNCELEME

Merhabalar, uzundur buraları boşlamıştım, biliyorum. İşlerimin yoğunluğu bir kenara dursun, şu sıralar Türk korku edebiyatı, öyle üretken ki, ortaya çıkan birbirinden güzel kitapları okumaya pek fırsatınız kalmayabiliyor. Anadolu Korku Öyküleri üçleme kitap serisinin kendimce bir incelemesini yazıp yine blogumda paylaşmıştım. Özellikle bu üçlemede okuyup sonradan sıkı takipçisi olduğum sevgili Işın Beril Tetik'in kitabının çıkacağını duyunca, ergen kızlar gibi çığlık atasım geldi. Sevgili Tetik, sıkı takibinde olduğum bir yazar. Kendisi, ayrıca çok da sevdiğim bir yazar. Ben kendisiyle tanıştıktan sonra, "böyle dünya tatlısı bir insandan, böyle korkutucu bir atmosfer nasıl çıkabiliyor?" diye şaşırmıştım. Hatta kendisinin çok çok çok çok çok çok uzaktan yengem olduğunu öğrenince, şaşkınlığım katlanarak arttı. Başlayalım mı? Hadi başlayalım.

Kara Kara Kapkara, Tetik'in zarif eşine yapmış olduğu kısa ama çok anlamlı bir önsözle karşılıyor sizi. Daha sonra birbirinden tekinsiz ve sizi huzursuz edecek sekiz öyküye başlıyorsunuz.


DİKKAT! POSTUN BUNDAN SONRAKİ KISIMLARI, KİTAP HAKKINDA DETAYLI ŞEKİLDE SPOILER VE YÜKSEK ORANDA EZBERBOZAN İÇERİR. KİTABI EĞER HENÜZ OKUMADIYSANIZ YA DA OKUMAYI DÜŞÜNÜYORSANIZ, SAYFADAN HEMEN AYRILMANIZ TAVSİYE OLUNUR.

1- Yolcu Yolunda Gerek

Yolcu Yolunda Gerek, baş karakter Şükrü'nün gözlerini bir anda İzmir otobüsünde açması ile başlıyor. Şükrü, İzmir'den İstanbul'a daha iyi bir hayat umuduyla gitmiş, fakat umduğunu bulamayıp, ailesinin yanına dönmek için İzmir otobüsüne bilet almıştır. Normalde bu yolu oldukça iyi bilen Şükrü, dışarıya göz gezdirdiğinde yolu tanıyamaz ama içinden "yeni bir yoldur herhalde" diye geçiştirir. Tam o esnada yanında oturan yaşlıca ve çirkin suretli adamın sıkıcı sohbetine maruz kalır. Adamın tuhaf ve garip hareketleri, Şükrü'yü tedirgin eder. Adam, garipliklerine devam ettikten sonra, karşı koltukta oturan ve Şükrü'ye kurtlu fındık ikram eden kadın hakkındaki gerçekleri söylemeye başlayınca, Şükrü, daha da tedirgin olur ve gitgide otobüsteki havanın sıcaklamaya başladığını fark eder. Adam, otobüste oturanlar hakkındaki korkunç gerçekleri söylemeye devam eder ama Şükrü, tüm bunları yaşlı bir adamın orta yaş krizi olarak görür. Otobüsün koridor ışıkları söner ve gece ışıkları yanar. Adam anlatmaya devam ettikçe, Şükrü, otobüstekilerin vücutlarının kesik kesik eğilip büküldüğünü görür. Adam anlatmaya devam ettikçe, Şükrü'nün nefesi kesilmeye, vücudu yanmaya başlar. Adam dönerek, Şükrü'nün yaptıklarını tek tek saymaya başlayınca, Şükrü aklını yitirecek gibi olur. Otobüste çığlıklar koparken, yaşlı adam, şöföre devam etmesini söyler. Şöför ve muavin dönerek adama bakarlar. Ama korkunç bir surete bürünmüşlerdir.

Aslında ne kadar kabus olarak nitelendirilir bilmem ama gerçekten bu çeşit otobüs yolculuklarında gereksiz sohbet açmaya çalışan orta yaş krizli adamların bazen gerçekten bu tip tekinsiz konuşmalar yaptığını kendim de gözlemledim. Cehenneme giden günahkarlarla dolu bir otobüs ve onlardan sorumlu zebani figürü, bu öyküde çok farklı ve beklenmedik şekilde yazılmış. Öykünün bir anda otobüsün içinde başlaması, o tedirginlik ve diken üstünde olma atmosferiyle açılması çok güzel. Geceleri genellikle otobüsün içinde rahatsız edici bir sessizlik olur. Sesler azalır ve eğer uyanıksanız dışarıya, uzaktaki minik ışık noktalarına bakmaya başlarsınız. Tetik, bu detayı atmosfer olarak kullanmış, çok başarılı olmuş. Giriş öyküsü olarak, ben çok beğendim. Özellikle gizem kısmı çok başarılı. Bunu "otobüsteki geyikçi dayı" üzerinden yapması da, Tetik'in gözlem yapmaktaki üstün başarısı. 

2- Kızıl Rüya
 

Kızıl Rüya, halihazırda kötü kabuslardan dolayı uyku problemi yaşayan, yalnız bir kadının hikayesini anlatıyor. Genç kadın, tüm bu rüyalar ve kabusların haricinde, işe gidip gelirken kullandığı kestirme ama izbe bir yolda, iriyarı bir adamın tacizine uğrayınca, hayatı büsbütün travmatik bir hale gelir. Tüm bu düşüncelerle aklını yitirecek gibiyken, evinin önündeki kesik sokak lambasında, bir kadın silüeti görür. Silüet, genç kadını çağırır gibi kendince bir şeyler söylemektedir. Genç kadın, silüeti takip eder ve silüet, onu bir inşaat alanına götürür. Sonra, silüet, kendisini taciz eden adamın yaptıklarını, genç kadına gösterir ve onu uyarır. Genç kadın, haftalar önce bu psikopat tarafından aslında tecavüz edilip, öldürüldüğünü dehşet içinde fark eder. Izdırap içinde cinayete kurban gittiği için, ruhu cennete ulaşamaz ve hala dünyada gezinmeye devam eder. O sırada orada bulunan psikopat ise başını kaldırıp, genç kadının hayaletini görür. Genç kadının hayaleti, yaptığı tüm korkunç şeylerin daha da fazlasını yaşatarak, psikopatı öldürür. 

Sevgili Tetik, bu öyküde Türk toplumunun kanayan yarası olan kadına şiddet-taciz-tecavüz-cinayet olaylarına farklı bir bakış açısı vermek istemiş, gayet de güzel olmuş. Özellikle kötü niyetli bir erkek tarafından taciz edilmenin dahi kadınlarda nasıl bir travmaya yol açtığını hepimiz biliyoruz. Tetik, tüm bu süreci, psikolojik tahlilleriyle birlikte bize bunu çok güzel anlatıyor. "Acı içindeki intikamcı ruh" ve " kadın dayanışması" gibi öğeler de tek potada gayet güzel anlatılmış. Sorun şu ki, bu öyküyü çok daha iyi bir şekilde anlayabilmek ve etkisini gözlemlemek için, kadın olmak gerekiyor. Her ne kadar bu öyküyü "kadın gözüyle" okumak istesem de, sanırım bir kadının hassaslığı, öykünün altmetnini anlayabilmek için en birincil şeylerden biri. 

3-Yatırım

Yatırım, (tahminen Güneydoğu'daki) ufak bir kasabaya geçici gelen, şark kurnazı bir karakterin gözünden anlatılıyor. Karakter, otuzlarının sonunda, kız kardeşini evlendirmiş ve tamamen kendi çıkarı ve refahını düşünen bir karakterdir. Öğleden sonra, kahvede otururken, meczup köylülerden biri olan Zühtü gelir ve karaktere bir yatır bulduğundan bahseder. Baş karakter, başta diğerleri gibi Zühtü'nün saçmaladığını düşünse de, yine de onunla birlikte Zühtü'nün tarif ettiği araziye giderler. Bir müddet sonra gerçekten de bomboş arazide bir adam boyu bir kerpiçten yapı görürler. Fakat, yapının üzerinde ne bir işaret, ne bir Arapça yazı, ne de başka bir şey görürler. Akşam çökmüştür ve baş karakter, içeride ne olduğunu merak edip, binanın kapısını kırarak içeri girer. İçerisi zifiri karanlıktır. Baş karakter, zeminde tahta bir kapak bulur. Zühtü de korka korka onu takip eder. Kapıdan içeri girdiklerinde sürgülü bir demir kapıdan sonra, büyükçe bir odaya girerler. Gerçekten de burada bir yatır durmaktadır. Yatırın yanında da içi altın dolu bir sandık bulurlar. Baş karakter, hemen bu altınlarla yapacaklarını iştahla düşünmeye başlar. Zühtü'ye sevinçle döndüğünde, Zühtü'nün orda olmadığını fark eder ve altınlara tek başına konacağını düşünüp, daha da keyiflenir. Kapağı kapatıp, çıktığında, dehşet içinde Zühtü'nün kapıda dikildiğini görür. Zühtü, değişmiştir; kambur ve ürkek duruşunun aksine, dimdik ve kendinden emin bir şekilde durarak, baş karaktere gözlerini dikerek bakmaktadır. Tam da kapının ağzında durup, baş karakterin ceketinin cebine gülerek hafifçe vurur. Ceketin cebinde de baş karakterin yürüttüğü tek sikke altın vardır. Zühtü, "bir şey aldın, bir şey vermelisin abey" der ve şekli değişmeye başlar. O anda da baş karakterin vücudu, peynir gibi eriyip, dökülmeye başlar. 

Şark kurnazlığının ve doğu insanının aslında çok küçük hesaplar peşinde koştuğuna dair genel olarak çok güzel bir tespit niteliğinde bu öykü. Küçük hırsların, (hırslarımızın?) insanı nasıl da felakete götürebileceği, öyküde çok güzel işlenmiş. Anadolu'daki "gizemli hazinelerin", "sahipli" olduğu, çoğunlukla anlatılagelen bir kavram. Benim yaşadığım yerde de benzer bazı öyküler duymuşluğum olduğu için, biraz yüzümde gülümseme ile okudum bu öyküyü. Karanlığın son model akıllı telefon flaşıyla aydınlatılması, sevgili Tetik'in "teknolojinin Anadolu korkusunun dokusunu bozması" ile ilgili söylediklerini aklıma getirdi. Vermeden almak ise sanırım Orta Doğu'nun geneline hakim bir dürtü.

4-Şeffaf

Şeffaf, Harbiye'deki bir şeker dükkanında başlıyor. Dükkanın sahibi Defne, her gün şeker almaya gelen yaşlı Anasti Dede'den, hayatı boyunca korkmuştur. Yine Anasti Dede, dükkana şeker almaya gelir, fakat bastonunu dükkanda unutur. Defne, kardeşi Dilber'i telefonla ararken, Anasti Dede'nin bastonunu vermeye gider. O esnada, Dilber de evden çıkıp, Defne'nin yanına giderken, Anasti'yi görür. Anasti, aslında bir yaratıktır ve Dilber'in bedenine geçer. O sırada, Charon Dimitris adında gizemli bir adam, semte gelir ve Defne ile görüşür. Defne'ye, Anasti'nin bir yaratık olduğunu, kendisinin de yıllar boyu Şeffaf isimli bu yaratığın peşinde olan bir avcı olduğunu anlatır. Şeffaf'ın kardeşinin bedenine yerleştiğini ve hemen harekete geçilmesi gerektiğini söyleyip, Defne'nin evine giderler. Charon, küvette yatan kızı görür görmez, sert bir darbeyle yere yığılır. Şeffaf, aslında Defne'ye geçmiştir. Şeffaf kaçar, Charon da taksiyle kovalar. En son Şeffaf'ı, Boğaz'da yakalar. Fakat Şeffaf, Charon'la tartışır ve suyun kenarında kaybolup gider. 

Bence yerli korku türündeki en büyük eksiklik, İstanbul gibi tarihi dokusu çok derin olan bir şehirde, gerçekten yurtdışındaki türevleriyle yarışabilecek bir öykü çıkmaması. Tetik, seri olabilecek (hatta üzerine öykü evreni kurulabilecek) bir öykü yazmış bence. Gerçekten yüzyıllardır parazit olarak yaşayabilen kadim bir yaratığın öyküsü, hem de İstanbul'da geçmesi, çok hoşuma gitti. Charon Dimitris'den biraz Van Helsing tadı almadım değil. Bir öykü, eğer genişletilebiliyorsa, bence güzel bir öyküdür. Böyle bir açıdan bakılırsa, çok orijinal ve avangart bir öykü. Gerçekten çok beğendim.

5-Hasat

Köyde yaşayan Emine, annesiyle birlikte köylü tarafından hor görülmektedir. Emine'nin babası, zamanında annesini istediğinde, dedesi karşı çıkar ve "ecinnilerden gelin almam" der. Buna rağmen, Emine'nin babası dinlemez ve evlenirler. Bir sene sonra da Emine doğar. Geceleri Emine'nin camının altına yanında köpeklerle gezen bir adam gelmektedir. Artık bir süre sonra, Emine de, gizemli adamın yolunu gözler olmuştur. Bir gece, Emine, adama neden buradan geçtiğini sorar. Adam da, "ben bana söz verileni almak için buradan geçerim, hasadım için. orağım da sensin" der ve yanındaki köpekler bir anda şekil değiştirip, dev insan formuna dönüşmeye başlar. Aradan zaman geçer, köylüyse Emine ve annesini öldü sanarken, bir gece köyün girişine bir sürü köpek gelir. Köylü huzursuzlanırken, köpeklerin ardından bir kadın silüeti görünür. O kadın, Emine'dir. Köylüden tüm o ezilmişliğin acısını çıkarmak için vakti gelmiştir. Köyde nefret dolu bir kıyım başlar.

Aslında bu öyküyü, sevgili Demokan Atasoy'un Anadolu Korku Öyküleri'ndeki Kuyu öyküsüne biraz benzettim. Buradaysa, aynı intikamcı köylü güzeli, aslında ne olduğunu ve kim olduğunu, gizemli bir adam sayesinde öğreniyor ve içindeki tüm nefreti, ezilmişliği ve çaresizliği, tüm köylüye ödetmek ve "hasadını" toplamak için geri geliyor. Normalde bunun bir itbarak öyküsü olduğunu düşünmemiştim, bu açıdan öykü, beni de biraz ters köşe yaptı. Malum, "gizemli adam" figürünün biraz daha korkutucu olmasını ve öykünün bu karakter üzerinden gideceğini düşünmüştüm, çünkü sevgili Tetik'in tarzında bu tip öyküleri çok okuyoruz. Öykünün varsa en kötü tarafı, kısa olması! Yazarın atmosfer oluşturmadaki başarısı, burada da göze çarpıyor. "Gece 3" detayı da bence güzeldi. Fazla ufak ama bence bütünleyici bir detaydı.

6-Kara Kara Kapkara

Kitaba adını veren öykü, şehirde yaşayan, modern hayatın her türlü imkanına sahip olan Kenan'ın, annesinin isteğiyle köydeki düğüne gelmesiyle başlıyor. Kenan, köye geldiği günden itibaren, korkunç kabuslar görmekte ve huzursuz hissetmektedir. Köylü de bir gariptir. Kenan, geceleri odasında garip şeyler hisseder ama bunu anlamlandıramaz. Uyandığında, teyzesi köylünün mezarlığa gideceğini, oradakilerin "rızasını" isteyeceklerini söyler. Kenan istemeye istemeye gider. Burada Kenan'ın dikkatini çeken şey, ölenlerin hepsinin çocuk olduğudur. Kenan, orada bir müddet daha kalır ve garip şekilde ölen çocuklar, Kenan'a görünür. Kenan, olup bitene anlam veremeyerek dönüp, düğüne katılır. Gerçek dehşet, Kenan uyuduğunda başlayacaktır.

Öykünün tamamını özet geçmek istemedim, zira kitabın en iyilerinden biri de bu öykü. Öykünün altyapısını oluşturan çocukların birer korku öğesi olması, (masumiyetin zaman zaman çok korkunç olabilmesi) odada tek başımızayken bazen izlendiğimiz hissi, bizden başka odada "bir şeyin" olduğu hissi, etrafı tekrar tekrar kolaçan etme gibi çok çok çok derin ayrıntılar gerçekten çok hoş olmuş. Kenan'ın üstüne çullanıp, yaşamını sömüren iğrenç yaratığın kıkırdamaları da (ciddi anlamda) korkutucu. Öyküyle ilgili çok daha fazla detay vermek istemiyorum çünkü gerçekten tadına varmak için alıp okumalısınız. Klasik umacı hikayesini böyle etkili şekilde okumamıştım, kabul ediyorum. Çocukların tekerlemeleri daha da ürkütücü ve biraz Elm Sokağı'nda Kabus'u anımsattı. Gerçekten kitabın adına yaraşır öykü olmuş.

7-Boşluk

Boşluk, dağınık ve pis bir otel odasında başlıyor. Ana karakter olan genç kadın, ailesinden koparak, hızlı bir hayatı tercih ediyor ve sevgilisiyle birlikte kirli işlere bulaşıp, "yanlış yapmamaları gereken kişilere" yanlış yapıyorlar. Genç kadın, lavaboya gidip, kendine çeki düzen verip, geçmişini sorgularken, kopan gürültüyle korkuya kapılıyor. Erkek arkadaşının çığlıklarını duyduktan sonra, korkuyla saklanabileceği tek yer olan küvetin içine girip, saklanıyor. Gelenler, genç kadını da buluyorlar. Genç kadın, küvette gözlerini açıyor fakat her şeyi daha derli toplu halde buluyor. Hayatta kaldığına şükrediyor ama tuzak olduğunu düşünüp, dışarı çıkmak istemiyor. Kapının altından baktığında çocuk suretindeki bir şeytan kendisine kıkırdayınca korkup tekrar saklanıyor. Korkusunu arttıran şey, odaya girip, bu minik şeytanı parçalara ayıran şey oluyor. Genç kadın, bu kişinin erkek arkadaşı olduğunu ama oldukça "değiştiğini" farkediyor. Erkek arkadaşı, genç kadını hissediyor ama bulamayıp, gidiyor. Genç kadın, korkusunu yenip, dışarı çıktığında tekinsiz bir yaşlı kadınla karşılaştıktan sonra lobideki şekli bozulmuş ve yaratığa dönüşmüş insanları görüyor ve umutsuz şekilde çıkıp evine doğru karanlıkta yol alıyor.

Boşluk da benim için kitabın en iyilerinden diyebilirim. Oldukça iyi düşünülmüş bir araf hikayesi. Öykünün bütünlüğü bozmadan sürekli yön değiştirmesi ve tekrar tekrar farklı şekillerde başlaması, çok hoşuma gitti. Baş karakter olan genç kadının her uyanışında, siz de onunla birlikte bitmeyen ve sonlanmayan bir rüyayı yaşıyormuş gibi hissediyorsunuz. Öykünün izbe bir otelde başlayıp, gelişmesi, okuyucuyu biraz daha kendine çeken bir detay. Ben aslında öykünün önce komiserden başlayıp, sonra farklı karakterlerin "günahları" üzerinden biraz daha uzatılacağını düşünmüştüm, öyle olmamış. Araf öğesi, biraz da buna müsait bir öğe. Aynı şekilde öykünün kötü bir tarafı varsa, o da yine kısalığı! Öykünün sürekli başlaması, bana Carpenter filmi izliyormuşum hissi verdi, yalan değil. Çocuk şeytanın parçalanması kısmı da, sinir bozucu bir detaydı; yazarın Anadolu Korku Öyküleri: Yılgayak kitabının Taş Uyur öyküsünden beri şiddeti, kanı ve travmayı biraz daha arttırdığını gözlemledim, çok da güzel, iyi olmuş.

8-Genç Dünya

Genç Dünya, geceyi bıçak gibi yırtan bir çığlıkla başlıyor. Çığlığın sahibi, on yaşlarında, küçük bir kız. Çığlığın sebebi, ailesi katlediliyor. Katliamın sebebiyse, odanın karanlık tarafına sinip, kıkırdayarak ona bakan kardeşi. Kardeşi, kıza "bizimle gel" diyerek bir teklif yapıyor ama kız tüm bu boşluk hissinde evden dışarı çıkıp, var gücüyle koşmaya başlıyor. Geçtiği yollarda, çocukların, ebeveynlerini katledip, onlardan beslendiklerini dehşet içinde farkediyor. Sürekli koşarken, çocukların yaptığı tekinsiz daveti kafasının içinde işitiyor. Kız, bir ara bir sokağa girip, olan biteni anlamaya çalışırken, karşı caddedeki özel koleji görüyor ve okula girip, kapısını da kapatıyor. Kız, bomboş okulda gezerken, burada okumayı ne kadar istediğini, diğer çocukların ve ailelerin de çocuklarını burada okutmak istediğini aklından geçiriyor. Sınıflardan birine girdiğinde, sınıfın her türlü imkanını ve lüksünü görüyor ve deri kaplamalı öğrenci koltuklarından birine oturup önündeki panelden ders listesine bakmaya başlıyor. Diğer bilindik derslerin dışında, bir ders dikkatini çekiyor: Genç Dünya. Derse dokunduğunda, önündeki panel açılıyor ve görüntülerde, sınıftaki çocukların, bilimsel bir deney ile uğraştığını görüyor. Kız, o esnada yankılanan ses ile irkiliyor.

Evet, Kara Kara Kapkara, çoğu kişi gibi, benim de favori öyküm. Ardından da bu öykü geliyor. Oldum olası post-modern apokaliptik öyküleri okumayı (veya izlemeyi) çok sevmişimdir. Kitapta gösterişsiz gibi görünüp, aslında çok etki bırakan bir öykü bu. Günümüz ailelerinin veya ebeveynlerinin çocuklarını robotik şekilde, yarış atı gibi yetiştirmek istemesi eleştirisinden ziyade, yine atmosfer, çaresizlik, yalnızlık hissi çok güzel geldi bana. Gecenin karanlığında, her türlü tehlikeye açık olan masum, saf bir kişilik ve onun saf kötülük ile çaresizlik içinde başa çıkmaya çalışması, yapamadığı yerde de kaçması, Tetik'in öykülerinde çok sık kullandığı (ve benim okumaya bayıldığım) bir tema. Yukarıda da bahsetmiştim, eğer bir öykü, genişletilebiliyorsa, kesinlikle iyi bir öyküdür. Genç Dünya da tam olarak böyle bir öykü. Kızın koridor ayrımına geldiğinde "sol" tarafı seçip, oraya gitmesi de çok güzel bir ayrıntıydı:)

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Burada açıktan fanboy'luk yapmak istemem ama "saf korku" seven biri olarak, Işın Beril Tetik'in korku türünde yazıp karaladığı şeyler, benim korku tanımıma tam olarak uyuyor bunu söyleyebilirim. Kitabı alırken, tabii ki Anadolu Korku Öyküleri serisindeki gibi insanı dehşete düşüren şiddette öyküler beklemiyordum ama yazar, gizemli bir öyküyle iyi bir başlangıç yapıp, sonlara doğru dozu iyice arttırmış, bu da yine tam olarak Tetik'in tarzı. Kitap, sizi en rahatladığınız anda yükseltip, eskisinden daha şiddetli şekilde çarpıyor ki, yaşlı teyzeler gibi, "gitme evladım oraya, deli misin sen, dön geri!" diye düşünmeden edemiyorsunuz. 

Son olarak, kitabı gerçekten çok beğendim diyebilirim. Alırken ve okurken (haliyle) beklentilerim oldukça yüksekti. Kara Kara Kapkara, o beklentilerin fazlasını da verebilmiş bir kitap. Tabii ki okurdan okura değişebilir fakat "saf korku" hissini yaşamak istiyorsanız, alın, aldırın ve okuyun. Sevgili Tetik'in aklına, kalbine, kalemine ve zekasına sağlık deyip, yorumumu sonlandırıyorum.

NOT: Kitapla ilgili bir başka übermensch hadise de, kitabın ikincisi galiba yolda:)