4 Aralık 2016 Pazar

Kaset 2: İlkler Unutulmaz

Görüntü berraklaştı. Kameraya bakan güleç yüzlü genç, güneşin ısıttığı harika bir yaz gününde, sırt çantasından çıkardığı şapkasına minik kamerasını yerleştirdi. İstediği gibi monte edemeyince, çantasını yere bıraktı. Kamerayı takmaya çalışırken, yüzünün aldığı şekiller çok komikti. Sonunda sırıtmaya başladı ve ayağa kalkıp, şapkayı bir kaç kez daha çevirdi. Sonra yeniden eğilip,

-Tamam, çalışıyorsun, aferin sana!

deyip, kepini giydi ve çantasını yerden aldı. Biraz yürüdükten sonra, görüntüler sık sık kesiliyordu: Otoyol kenarında yürürken ona gören şöförlerin kornaları, fındığa gelmiş Kürt yevmiyecilerin el sallamaları, su içmek için kapısını çaldığı evde onu besleyip, doyuran teyze... Hepsini kayda alıyordu.

"-İşte budur be. Gözünü sevdiğimin memleketi!" deyiverdi. Bir an duraksadı. Çalan telefonun ekranında Esma yazıyordu. Duraksayıp, sinirli bir şekilde telefona cevap verdi:

"-Efendim Esma?"
"-Ne yapıyorum ya? Herşeyi bombok eden sensin, bi de suçu benim üzerime atıyosun!! Selim şöyle, Selim böyle!! Egoya bak ya!!"

Sinirleniyordu. Heyecanından ve hırsından sürekli etrafında dönüyor, hep hareket etme ihtiyacı duyuyordu.

"-Bu saatten sonra, bırak ağzını, götünle de kuş tutsan, yok güzelim. Hadi kapat telefonu, canımı sıkma benim!" deyip, telefonu kapattı. Adımları bir anda sıklaşmaya başlamıştı. Patika bir yola giren Selim, uzun bir müddet yürüdükten sonra, kendine ufak bir dinlenme verip, yolun kenarındaki büyük bir ağacın dibine oturdu. Çantasından bir Snickers çıkarıp, yemeye başladı. Yolun uç kısmında bir traktör sesi duyuldu. Gelen, kırklı yaşlarında bir köylüydü. Köylü, traktörü durdurmuş, Selim'e hayretle bakıyordu. Selim, biraz çekinerek,

"-Selamın aleyküm dayı. Melen Çayı'na nasıl giderim?" diye sordu köylüye. Köylünün bakışları ok gibiydi, hala merakla bakıyordu Selim'e; ağız kenarıyla,

"-Aleyküm selam yiğenim" dedi sadece. Gözleri açık buz mavisi rengindeydi. Bakışları donuk ve duygusuzdu; sanki baktığının içini görebiliyormuşçasına bakıyordu. Aniden, sararmış dişlerini göstererek, sırıttı. Tekinsiz bir gülüştü bu.

"-Çamlıpınar Köyü'nden devam edecen yiğenim." dedi. Ağır ağır oturduğu yerden arkasını dönüp,

"-Bu yoldan doğruca sapıp, bir buçuk saat kadar yürüyecen. Na, ben de ordan geliyom zaten." Hafifçe eğilerek,

"-Kolay gele yiğenim" dedi hafifçe. Selim, iyice tedirgin şekilde, "-Saolasın dayı" deyip, elindeki çikolatayı bitirmeden yere fırlattı. Köylünün tavrı, hiç hoşuna gitmemişti...

Selim, uzun yürüyüşü boyunca, ağaçlarda kovalaşan sincapları, otlayan inekleri ve şırıl şırıl akan dereleri kaydetmişti kamerasına. Hatta keyiflenip, şarkı söylemeye bile başlamıştı. En sonunda, vadilerin arasında kalmış, minik bir köy görünmüştü. Köy, etrafındaki tepelerle çevriliydi. Köye doğru ilerleyen Selim, köyde bulunan çeşmenin başına gelip, kepini çıkardı ve kafasını çeşmenin altındaki suya soktu. Rahatlamıştı. Kepini tekrar giydi. Köyün meydanına doğru ilerleyen Selim, hala kimseyi görememişti; çocukları bile. Köyün kahvesine yaklaşırken, içinde buralardan birilerini bulabilmeyi umuyordu. Kahvenin kapısı aralıktı, içeriden kesik kesik TV sesleri geliyordu. Selim, yavaş adımlarla içeri bir adım attı. TV'nin önünde, ellili yaşlarının ortasında bir adam, tek başına oturuyordu. Kır saçlıydı, uzun yüzlüydü. Giyimi, kırsalda yaşayan biri için fazla moderndi. Adam, Selim'in ayak seslerini duyunca, Selim'e döndü ve,

"-Oooo buyur delikanlı! Hoşgeldin, buyur otur hele!" diyerek ayağa kalktı. Selim, "-Aleyküm selam dayı, adım Selim. Melen Çayı'na gidiyo..." derken, şapkasını çıkarıp, yan masaya koymuştu. Şapkayı koyduğu yer, çay ocağına bakıyordu. Ocağın yanındaki kırmızı lekeler, izleyenin gözüne hemen çarpıyordu. Sonra, Selim, gelip kaydı durdurdu.

Görüntü değişti. Selim, bir evdeydi. "Eveet, tamam." diyerek, kayda başladı. Evin avlusuna çıktığında, kahvedeki adamı görüp, yanına gitti. Adam,

"-Yeğenim, Cahide Hanım sana göz kulak olacak. Burada rahatına bak. Kendi evin gibi. Ne kadar istersen kalabilirsin. Bişey sorcak olursan, benim ev, aha orada. Oturmaya da gel. Yalnız, havalar pek sıcak, gündüzleri pek çıkmayız dışarı. Akşam serinliğinde otururuz. Kime sorsan gösterir, hadi kal sağlıcakla." deyip, gitti. Selim de, "Sağol muhtar abi," diye yanıt verdi. Yandaki ahırdan, kısa boylu, tıknaz yapılı bir kadın, Selim'e doğru geliyordu. Kadın, muhtara kuşkuyla baktı; kendince bişeyler mırıldanıyordu. Sonra, muhtara "tamam" anlamında bir işaret yaptı. Sonra, dönüp, Selim'e gülümsedi:

"Ne ettin oğlum? Yerleştin mi güzelce?"
"-Yerleştim Cahide Teyze, sağolasın."
"-Gel hadi az doyuralım seni. Açsındır şindi sen."

Kadın, kendinden beklenmeyecek bir tezcanlılıkla, eve doğru ilerlemeye başladı. Selim, şapkayı çıkardı ve kameraya bakarak,

"Bu akşam, köy muhtarı sayesinde bu teyzenin evinde konaklayacağım. Burası çok güzel bir köy." dedi gülümseyerek. Kayıt durdu. Görüntü tekrar geldiğinde, Selim, Cahide ile koyu sohbete girmişti.

Cahide, Selim'e işini-gücünü sorduktan sonra, imalı imalı bakarak sordu:

"-Var mı bakim sevdiğin biri? Var mı gelin kızımız?" dedi vakur bir ifadeyle. Selim, biraz mahçup,

"-Yok teyzecim. Vardı, ama olmadı." diye yanıt verdi. Cahide,

"-Sen hele bir köyümüzün kızlarıyla bir tanış bakalım. Pek güzeldir bizim köyümüzün kızları. Hem asillerdir, hem de tam Çerkezlerdir.

"-Hayırlısı teyzecim." demekle yetinmişti Selim. Hareketlerinden, köyü daha çok tanımak istediği belli oluyordu. Cahide'ye,

"-Gündüz kimseleri görmedim. Gündüz herkes tarlaya falan mı gidiyor?" deyince, Cahide, bir an duraksadı. Sonra toplanıp,

"-Hee. Tarlaya gider çoğu. Bi kısmı da çok sıcak ya, ondan oturur evinde. Gündüz pek kimse çıkmaz dışarı." dedi.

"-Peki ya muhtar? Onunla pek samimi değilsiniz galiba."

"-Bırak şindi sen bunları. Bak ne dicem sana. Bu köyde, her sene eğlence yapılır. Herkesler toplanır. Çevrelerden duyan gelir. Çerkez yemekleri, oyunları gırla gider. Köyün kızları da gelcek. Hem seni biriyle tanıştıracam." deyince, Selim, biraz tedirgin oldu:

"-Ne zaman bu eğlence Cahide Teyze?

"-Yarın akşam be! Bu gece burda kalcan ya, heh, yarına akşam da kal, sana azcık Çerkezlik öğretelim!"

Kadın, tüm bunları çok içten söylemişti. Selim de, "-Peki, tamam öyle olsun" demekle yetindi. Selim, masadan kalktı ve "Ben şöyle bir köyü dolanayım Cahide Teyze. Muhtar ağabey ile de bir konuşayım. Bakalım nasılmış buralar?" deyip, teşekkür etti. Kadın, bir anda gözlerini kocaman açarak, Selim'e bakmaya başladı. Neler olduğunu anlamazmış gibi bir ifadeyle bakmaktaydı. Yolda gördüğü traktörlü köylünün bakışlarına çok benziyordu bu bakış; yavaşça, "Git tabi oğlum, git, git..." deyiverdi yavaşça. Kamerada, kadının yüzü, bir anda kuruyup, zayıflamış gibi göründü. Selim, tedirgin şekilde evden hızlıca dışarı çıktı ve görüntü kesildi.

Görüntüler geldiğinde, Selim, bir evin avlusundaydı. Selim, yüzünü açık olan TV'ye çevirdiğinde, muhtarın dikkatle onu izleyen bakışlarını görmüştü. Kimse konuşmuyordu. Muhtar, Selim'e rahat olup olmadığını sormuştu. O da, başını eğerek teşekkür etmişti. Dolunaylı ve açık bir geceydi. Muhtar, karısına farklı bir dilde bişeyler söyledi, kelimeler boğuk boğuktu ve insanın kulağını tırmalıyordu. karısı da başını eğip, onayladı. Tam o esnada, Melen Çayı'na giden bir grup kampçıdan haber alınamadığı ile ilgili bir haber yayınlanmaya başladı. Muhtar bir anda kafasını çevirmeden,

"-Toplanıp ne bok yedikleri belli değil, içip içip kendilerinden geçiyolar, sonra böyle ortalıktan kayboluyolar, peh!" deyiverdi. "Kesin bir hayvan saldırmıştır, ya da ayı inine girmişlerdir, günahın biri bin para!!" dedi. Selim, susmuştu. Sonra, evden gelen seslere başını çeviren Selim, inanılmaz güzellikte bir kızın ona doğru gelmekte olduğunu gördü. Muhtar,

"-Haah! Gel bakalım Fazilet. Misafirimizle tanış. Bugün geldi köyümüze. Bir hoşgeldin de bakalım!" dedi. Kız,

"-Merhaba hoşgeldiniz." dedi utangaç bir tavırla. Selim de sesi titreyerek, "-Hoşbulduk" diyebildi.

Muhtar, "-Bize birer çay getir güzel kızım." deyince, kız, koşarak, eve gitti. "Yarın akşama eğlence olacak ya, onun heyecanı." dedi vakur bir tavırla. Selim,

"-Eğlenceden Cahide Teyze bahsetti biraz. Baya güzel bişeymiş herhalde. Ben de görmeden gitmek istemedim." dedi. Muhtar,

"-Gitme tabii yahu! Tüm çevre köylerden gelenler olur. Fazla kalabalık olmaz, biz de çok fazla dillendirmeyiz zaten. Biz bize yetiyoruz bu köyde, hehehehe" diyerek güldü. Tam o anda, avludan korkunç bir bağırma sesi duyuldu. Hemen ayaklanan Selim'i ikna etmeye çalıştıysa da, Selim, Muhtar'ı dinlemedi ve sesin geldiği yöne doğru koşarak gittiler. Bir gençti bu. Çocuk, kan revan içindeydi; boynu, göğsüne kadar parçalanmıştı ve boynundan kan fışkırıyordu. Muhtar, eğilip, çocuğun yarasına baktı ve duraksadı. Selim'e dönüp, "Bu o kampçı çocuklardan biriydi herhalde." dedi. Muhtarın karısı, Fazilet ile evden dışarı fırlamışlardı. Tam o esnada, eski bir Mercedes, tozu dumana katarak gelip, avlunun hemen önünde sert bir frenle durdu. Arabadan birkaç adam indi. İçlerinden yaşlıca olanı, Muhtar'a baktı. Muhtar da başıyla "tamam" işareti yaptı. Muhtar, yaralı çocuğu onlara vererek, Selim'e "-Onu hastaneye yetiştirecekler şindi, tasalanma!" dedi. Adamlar, genci arabaya taşırlarken, Selim, çocuk için çok endişelenmişti. Yarası ağırdı. Adamlar, genci arabaya koydukları gibi yine tozu dumana katarak gittiler. Selim, kalakalmıştı.. Bir süre hareket edemediyse de, muhtarın peşinden gitti. Muhtar, karısının yanına gidip, Selim'e bakarak bişeyler söylüyordu. Sonra, Selim'in yanına gelerek,

"-Ben yatıyorum evlat. Sen burada istediğin kadar otur. Fazilet ile de tanıştınız. Yaşıt sayılırsınız, oturun, muhabbet edin, keyfinize bakın. Hadi kal sağlıcakla." deyip, eve girdi. Muhtar'ın karısı, Selim'e dönüp, "-Bizim ahali, hemencik yetiştirirler yaralı oğlanı hastaneye, dert etme oğlum. Sen yarınki eğlenceyi düşün..." Selim'in gözlerinin içine bakarak konuşuyordu. Selim, ilginç şekilde uykusunun geldiğini hissetti; tam o anda bir bağırış sesi daha duyuldu. Bağırış, yaralı çocuğun sesi gibiydi. Muhtar'ın karısı, konuşmaya devam ediyordu. Ve Selim, uyuyakaldı. Selim'in uyuduğunu gören kadın, gözlerini çay tabağı kadar açarak, Selim'e yaklaştı. Ağzı açılmıştı; dişetleri de sanki çekilmiş gibiydi. Selim'i öpecekmiş gibi yaklaşıyordu ona. Sonra, bir anda kafasını avlunun kapısına doğru çevirdi. Cahide, korkunç bir ifadeyle avlunun kapısında dikiliyordu. Kadın, Cahide ile Muhtar'ın konuştuğu dilde bişeyler konuşup, geri geldi. Kamerayı biraz kurcaladıktan sonra görüntüler kesildi.

Görüntüler gelmişti. Selim, kameraya bakarak,

"-Köy havası biraz iyi geldi galiba. Akşama kadar uyumuşum. Ama iyi de oldu. Eğlence başlamak üzere." diyerek güldü. Geçen gece olan biten hakkında hiçbişey bilmiyor gibiydi. Çok neşeliydi; Cahide Teyze'ye sürpriz yapmak için mutfağa doğru sessizce gittiğinde, Cahide'nin tuhaf sesler çıkardığını gördü. Cahide, ufak buzluğun önüne diz çökerek oturmuş, tuhaf sesler çıkarıyordu. Selim, korkarak, "Cahide Teyze?" deyince, kadın, bir anda kasılarak oturduğu yerde vücudunu dikleştirdi. "Seliim... istifra ettim oğlum, git, görme sen, ben de burayı temizleyeyim." deyince, Selim, hemen uzaklaştı ve evin dışına çıktı. Köy meydanında ışıklar kurulmuştu. Selim, kaydı yine durdurdu.

Kayıt başladığında, Selim, sakin bir kalabalığın içindeydi. Çerkez oyunu oynanıyor, herkes el çırparak eşlik ediyordu. Oynayan kız ve çocuk donuk bir yüz ifadesi takınmışlardı. Oyun bitti ve Selim dahil olmak üzere herkes alkışladı. Muhtarın yanında oturan Selim, gelen misafirlerle de tanışmış, diyalog kurmuştu. Karşı tarafta oturan Cahide Teyze'yi farketti bir an. Eliyle, "Gel buraya" işareti yapıyordu. Selim, yanına gittiğinde,

"-Gel hele güzel oğlum gel! Zaten tanışmışsınız, Fazilet de burada bak!" deyip, kızı işaret etti. Kız, Selim'i görünce utanıp, önüne bakmaya başladı. Selim,

"-Merhaba."
"-Merhaba."
"-Geçen akşam pek konuşamadık. Nasılsın?
"-Teşekkür ederim. Siz?"
"-Bırak sizli bizli konuşmayı. Artık birbirimizi tanıyoruz nasılsa."
"-Haklısın."
"-Oyun ne kadar güzel değil mi?"
"-Ben artık izlemekten bıktım aslında. Buradaki kalabalığı seviyorum. Sıkıldım ama."
"-İstersen biraz yürüyelim?"
"-Çok iyi olur gerçekten!"

Ayrılırlarken, Cahide, Fazilet'e "tamam" anlamında sinsi bir bakış attı. Selim, kendi kendine gülmüştü. Selim, kıza elini uzattı. Kız, Selim'in elini tutarken,

"-Ama çok uzaklaşmayalım. Eğlenceden sonra törenimiz olur."
"-Ne töreni?"
"-Ataları anmak için bir çeşit tören. Sonra herkes tıka basa yer. Misafirler de katılacak tabii."
"-Hahaha. Merak ettim gerçekten. Ya bu oyunda sürekli parmak ucun..."

Selim, şapkasını çıkarıp, kaydı durdurmuştu. Görüntüler tekrar geldiğinde, Selim ve Fazilet artık köye doğru dönüyorlardı. Selim şaşkındı;

"-Şey, gerçekten hiç yapmadın mı?"
"-Hayır." Sesi titreyerek cevap vermişti.
"-Çok ilginç gerçekten. Neden peki? Rahatsız mısın? Ya da bi sağlık problemin mi var?"
"-Hayır, ondan değil. Sadece ilkimin özel olmasını istiyorum. Özel bir insanla."
"-Seninle evlenecek kişi çok şanslı o zaman. Var mı peki biri?"
"-Galiba var." dedi. Sözünü bitirmesiyle birlikte, acı ve inleme sesleri yankılandı. Panikleyen Selim'i durduran, Fazilet'ti. Fazilet, hiçbişey söylemeden, Selim'in dudaklarına yapışmıştı. Bunu beklemeyen Selim, sesleri unutarak, kendini Fazilet'e bırakmıştı. Elbisesini çıkaran Fazilet, Selim'i hırpalayarak soyuyordu. Selim ise, kesinlikle karşılık vermiyordu. Selim, şapkayı çıkarmak isteyen Fazilet'e engel oldu:

"-Bu bir hatıra olarak kalacak!" dedi ve öpüşmeye devam ettiler. Fazilet, Selim'in üzerine çıkmıştı. Selim, Fazilet'in yaşına göre büyümüş olan göğüslerini görebiliyordu. Nefes nefese kalmışlardı. Selim,

"-Emin misin?" diye sordu.
"-Evet, hem de çok eminim!" diye yanıt verdi Fazilet.
"-Ama daha önce yapmadığını söylemiştin. Bir anda böyle..." derken, Fazilet'in yüzünün değiştiğini farketti. Fazilet'in gözleri simsiyah olmuş, benzi soluklaşmış ve dişleri uzayıp, ağzından dışarı çıkmıştı.

"-Evet, daha önce hiç yapmadım!" derken boğuk bir ses çıkmıştı ağzından Fazilet'in. "-Sen ilk olacaksın!" diyerek, Selim'in boğazına yapıştı. Selim, korkunç bir çığlıkla bağırıyordu, ama dehşetinden hareketsiz kalakalmıştı. Uzandıkları ağaç, kıpkırmızı olmuştu; Selim, Fazilet'i tüm kuvvetiyle iterek, köye doğru kaçmaya başladı. Görüntüler, cızırdamaya başlıyordu. Koşarak köy meydanına gelen Selim, gördükleri karşısında aklını yitirmişti adeta: Tüm köy halkı, Fazilet'in dönüştüğü şekilsiz nursuz yaratıklara dönüşmüş ve hepsi gelen misafirlere saldırmış, hepsinin iliğini kemiğini kurutana kadar kanlarını içmişlerdi. Köy meydanında, kollar, bacaklar, bağırsaklar ve kafalar etrafa saçılmıştı. Selim, dizleri üzerine çöküp kaldı. Arkasından hızlıca ona vuran şeyi ilk anda farkedemedi. Sırtını döndüğünde, gelen Fazilet'ti. Görüntüler, artık hem cızırdıyor, hem de kesik kesik geliyordu. Fazilet,

"-Daha işimiz bitmedi!" diye bağırarak, Selim'in vücudunu ikiye bölüp, bağırsaklarını dışarı çıkardı. Sonra, tam kalbinin üstünü yalayıp, boynuna saldırdı. Kameranın üstü, Selim'in kanıyla ıslanmıştı. Selim'in şuursuz çığlıkları ormanda yankılanıyordu. Ve bir anda kayıt bitti.

Ersin, büsbütün gördüklerinden iğrenmişti. Bu tip varlıkların fantastik-bilimkurgu filmlerinde olduğunu sanmıştı hep. Bu görüntülere göre, hepsi gerçeklerdi. Ersin'in şaşkınlığı artıyordu. Bir başka kaseti daha oynatıcıya sürdü. Görüntüler yine açılıyordu...

Kaset 1: Uzun Yolculuk

Sinan, kamerayı açtı. "Nasıl bişey bu ya?" diyerek kameraya daha yakından baktı. Kerem, "Ver bi bakayım, nasılmış?" deyip, gözlüğü incelemeye başladı. Giyilebilir teknolojinin yaygınlaşmaya başladığı günlerde, kameralı gözlük, oldukça sıradışı bir şeydi. "Hah, bak yanındaki minik düğmeden kaydı başlatıp, bitirebiliyosun." dedi Kerem, Sinan'a. Sinan, "Baya güzel bişeye benziyo bu ya!" deyip, gözlüğü taktı. Burası, sanayicilerin "fakirhane" diye adlandırdığı türden bir garajdı. İçerideki gözalıcı Harley'lerin mağrur duruşu, görülmeye değerdi. Normalin dışında, bu garajda arabesk müzik yerine, country rock müzik çalmaktaydı. Garajın sahibi Nusret Usta'nın olmadığı o boşluk anında, Kerem, flash diskini müzik çalara takmıştı ve tüm garaj, Stone Temple Pilots şarkısıyla yankılanıyordu. "Geçen toplantıda Asude'nin telefonundan dinlemiştim, güzel grupmuş." dedi Kerem. Sinan da "Asude'de de ne sağlam göt var ha!" diye cevaplayınca, iki genç adam, yüksek sesle gülmeye başladılar. Görüntü değişti. Nusret Usta gelmişti, Harley'ler de yola çıkmaya hazırdı. Kerem ve Sinan, Nusret Usta'yla vedalaşıp, yola koyuldular. Yanlarındaki haritadan ve konuşmalarından motor sevdalısı bu iki gencin Batı Karadeniz tarafına doğru ufak bir "kaçamak" yapmak niyetleri vardı. Gebze'de üstlerindeki tuhaf bakışları, İzmit'teki trafik kornalarını, onlara geçiş izni veren trafik polisinin güleç tavırları; hepsi Sinan'ın gözlüklü kamerasındaydı. Kerem'in aptalca hareketleri de buna dahildi. Görüntü değişmişti. Akşam çökmüştü; bişeyler yemek için Akyazı sapağı üzerindeki köhne lokantalardan birindeydiler. Televizyonda, A Milli Takım'ın, EURO 2012'deki başarısızlıkları yerden yere vurulmaktaydı. Tüm kanallarda Milli Takım konuşuluyordu. Gözlük, bu sefer Kerem'deydi. Sinan, TV'ye bakıp, "Bu ne abi yaa?" dedi ve başı kapalı genç garson kızdan, kanalı değiştirmesini rica etti. Kız, güleryüzle onaylayıp, kanalı değiştirdi. Kanalın değişmesi, lokantanın müdavimleri arasında pek hoş karşılanmamıştı. Görüntü yine değişti. Garson kız, Sinan ve Kerem'le muhabbeti ilerletmişti. Sinan'ın tuhaf dövmeleri, kızın çok ilgisini çekmişti. Kerem, kıza, otoyola çıkmak istediklerini ve nasıl gidebileceklerini sordu. Kız, "Geri dönceniz. Ama baya bi gitceniz. Hani YAMATO fabrikasını geçince bi dönemeç çıkıyo ya?". Kerem'in bu sözlere canı sıkılmıştı: "Kavşağı diyo olum bu. Gidersek kafadan yarım saatimiz gider, öff be abi!" diye hayıflandı. Kız, bu sefer de, "Bi yol daha var. Felekli'den geçer. Ama siz boşverin o yolu." dedi. Kızın yüzünde bir tedirginlik oluşmuştu. Lokanta sahibi olan yaşlı ve sakallı hacının da, kızın, gençlerle konuşmasından rahatsızlık duyduğu görülüyordu. Bakışları, Sinan ve Kerem'in üzerindeydi. Kerem, "Ya kusura bakma, çok özür dilerim, ismin neydi?" diye sorunca, kız gülerek, "Emine" dedi. Kızın yüzündeki gülümsemeden saniyeler sonra, sakallı, yaşlı adam, "Utanmıyonuz mu lan kızla fingirdeşmeye, it herifler!" diye bağırmaya başladı. Lokantadaki herkes, ayaklanmıştı. Küfürler havada uçuşurken, Sinan, "Bakın yanlış anladınız, niyetimiz kö..." diyemeden, bıyıklı gençlerden biri, yumruğu Sinan'a yapıştırmıştı. Kerem de, suratında patlayan tokatla, görüntüleri kaydettiği gözlüğünü düşürmüştü. Görüntüler yine değişti. Sinan ve Kerem, yaka paça, sille tokat dışarı atılmışlardı. İri yarı, esmer bir adam, Sinan'ı küpesinden sürüklüyordu. İkili, kalkıp kendilerine çeki düzen verirken, lokantanın arka tarafına kaçmış olan Emine, koşup, yanlarına geldi ve sadece Kerem'e doğru eğilip, "Gitmeyin o yoldan! Sadece gitmeyin. O yolda pek iyi şeyler yok!" dedi ve koşarak lokantaya geri döndü. Sersemleyen ve iyice panikleyen ikili, birbirlerine bakmaya başladılar. Görüntü tekrar değişti. Yola çıkmışlardı, akıllı gözlük de arızalanmamıştı. Artık, yedikleri lokantanın ve yolun tüm ışıkları gözden kaybolmuştu. Birbirleriyle konuşmadan gitmeye devam ettiler. Ne bir ev, ne de bir araba gördüler. En sonunda, bir yol ayrımına gelmişlerdi. Eski bir tabela vardı. Öyle eskimişti ki, yazıları çok zor okunabiliyordu. Dikkatli baktıklarında, sağ tarafa giden yol, Karapürçek'e gidiyordu. Kerem, "Burdan gidersek, gittiğimiz yolu döneriz." dedi. Sol tarafa giden yol ise, Felekli'ye gidiyordu. Bu yol, Emine'nin bahsettiği yoldu. Sinan, "Kızın dediği yol burası galiba." dedi. Kerem de "Tahminen on dakika sonra otoyola varırız herhalde." diyerek yanıtladı. Sinan, "Oğlum, kız gitmeyin falan dedi lan, emin misin?" dedi. "İnandın yani kıza. Hem neymiş o 'iyi' olmayan şey? Cin mi, peri mi, vampir mi? Böyle hurafeleri o sakallı yobazlardan duymuştur lan o kız! Senin ben delikanlılığını s....m, hahahahah." diye yanıt verdi Kerem. Sinan, huzursuzlanmıştı. Söylenerek, motoruna bindi ve tekrar yola koyuldular. Gittikleri yolda kuş sesleri bile yoktu artık. Sadece motorlarının seslerini duyuyorlardı. Bir de önlerindeki karanlığı görüyorlardı sadece. Kerem de huzursuzlanmıştı. Endişeli bir sesle, "Off" der demez, kamerası cızırdamaya başladı. Bir kaç saniye sonra, müthiş bir ışık patlaması oldu. Görüntüler, kesik kesik geliyordu. Kerem, kalktı ve gözlüğünü takıp, hemen Sinan'ın yanına koştu. Sinan, çok korkmuştu. Yaşadıkları büyük korku hariç, iyi durumdalardı. Ama motorları ciddi hasar almıştı. Çalılara fırlayan motorları çalıştırmayı denediler, ama bu bakımlı Harley'lerden ses bile gelmemişti. Sinan, küfretti. Bir çeşit sinir krizi geçiriyordu: "A....a k.....m, o kız bişeyler biliyodu Kerem! O ışık patlaması falan. Neydi lan o? Neredeyiz oğlum biz?!" diyordu. Kerem de, Sinan'ı yatıştırmaya çalışıyordu: "Bilmiyorum abicim, ben de bilmiyorum, ama tek bildiğim, buradan gitmemiz lazım, ama motorlar çalışmıyor, hay lanet!"

                            İşlerine gelmese de, motorları saklayıp, tamirci bulacaklar ve geri döneceklerdi. Kaynağı belirsiz ışık patlaması, onları çok korkutmuştu. Öyle ki, duydukları korku, fanatiklik halini almış motor tutkularına baskın gelmişti. Çaresiz, yürümeye başladılar. Kerem, kaydı durdurmuştu.

                            Kayıt, tekrar başlamıştı. Hala yürüyorlardı. Yaklaşık, bir veya bir buçuk saattir yürümekteydiler. Tedirginlerdi, korkuyorlardı ve üşümüşlerdi. Telefonları da sinyal almıyordu. Önlerindeki tepeyi geçtikten sonra, geniş bahçeli bir ev gördüler. Evi görünce, ikisinin de yüreğine su serpilmişti. Kerem, "Telefon açıp, tamirci bulduktan sonra, s...r olup gidelim şurdan!" diye bağırdı ve adımlarını sıklaştırdılar. Ev, iki katlı bir evdi. Merdivenleri içerideydi. Görece iyi bir ev bile sayılırdı. Evin ışıkları yanmıyordu. Sinan, yine de kapıyı iki kere vurdu: Tak! tak! Kerem de etrafı kolaçan ediyordu. Kapı açılmamıştı. Sinan, daha kararlı şekilde kapıyı tekrar çaldı. Kapı yine açılmamıştı. Tam umutlarını keseceklerken, evin kapısı, ince bir gıcırtıyla aralandı. Sinan, tüm beyefendiliğini takınarak, "Ee, iyi akşamlar. bu saatte sizi de rahatsız ettik, kusura bakmayın. Motorlarımız bozuldu da, acaba telefonunuzu kullanabilir miyiz?" diye sordu. Kapıdaki gözler, endişesini kaybetmeden, biraz düşündü. Sonra, ürkekçe kapıyı açtı: Kapıdaki, ay gibi beyaz tenli, gece karası saçlara sahip, basma etekli, güzeller güzeli bir kızdı. Sinan ve Kerem, kızı gördüklerinde öyle etkilenmişlerdi ki, bir kaç adım geriye sendelediler. Kız, hiç bir şey söylemeden kapı eşiğinden çekildi. Bu bir davetti. Sinan, şaşırarak, "Gece vakti rahatsızlık vermeyelim" diye ürkekçe reddetse de, kız, "buyrun" der gibi kafasını eğdi ve gençleri içeri davet etti...

                             Sinan ve Kerem, kızın güzelliğine bakmaktan, evin içine dikkat edememişlerdi bile. Ev, karanlıktı. Büyükçe bir odada yanan iki gaz lambası, evin içine loş bir ışık veriyordu. Gençler, önlerindeki kanepeye yanyana oturdular. Kız ise, ayakta mahçup şekilde dikilmiş, yere bakmaktaydı. Kerem, "Evin reisi evde değil galiba." dedi. Kız, cevap vermedi. Sinan ise, "Pardon, lavaboyu kullanabilir miyim acaba?" diye sorunca, kız, konuşmadan ilerledi. Sinan da kızı takip etti. Kerem, loş odada, duvardaki resimlere göz gezdirmeye başladı. Resimler, eskiydi. Bir resimde, toplu halde çekilmiş eski bir aile fotoğrafı vardı. Onları karşılayan kız da, muhtemelen bu resimdeki küçük bebeklerden biriydi. Yandaki büyük resim ise, daha eskiydi. Beş tane silahlı adam vardı bu resimde; azılı eşkıyalara benziyordu bu adamlar. Ortadaki vakur duruşlu olan adamın bakışlarını, Kerem, adeta yüreğinde hissetti. Resimdeki adam, çok canlı bakmaktaydı. Tam o anda esen rüzgarla gıcırdayan pencerenin sesi, Kerem'i yerinden zıplattı. Yaklaşan fırtınanın gökgürültüleri duyulmaktaydı. Yağmur da çiseliyordu. Sinan ve kız, dönmüşlerdi. Sinan, kıza, "Babanız veya abiniz burda mı? Buradalarsa, onlarla da tanışmak isteriz, malum, gece geç vakit." dedi. Kız, delikanlılara baktı ve sehpanın üzerinde duran kağıt-kalemi alıp, bişeyler yazmaya başladı. Sinan ve Kerem, şaşırmışlardı. Kız, kağıdı Kerem'e verdi. "Demek baban burda değil. Abin de yok?" dedi Kerem. Kız, başını eğerek onayladı. "Peki adın ne? Konuşamıyor musun?" diye sordu Kerem. Kız, yine kağıdı alıp, yazdı ve Kerem'e verdi. Kerem, Sinan'a dönerek, "İsmi Gülizar'mış. Dilsizmiş." dedi. Daha sonra, Gülizar, evde telefonun günlerdir çalışmadığını ve elektriklerin olmadığını söyledi. Babasının da ava gittiğini, ne zaman döneceğini bilmediğini yazmıştı. Annesinin evi terk ettiğini de eklemişti. Fırtına başlamıştı. Gençler, evden ayrılmak üzere kalktıklarında, Gülizar, önlerine geçip, onları durdurdu. Akıllı gözlük, arada bir cızırtı yapıyordu. Gülizar, koşup, yorgan getirmişti; gençlere, geceyi burada geçirebileceklerini söylüyordu. Sinan ve Kerem, kalmak istemiyorlardı; ama dışarıdaki fırtına çok kötüydü. Çaresiz, Gülizar'ın teklifini kabul etmek zorunda kaldılar.

                             Görüntü değişmişti. Gülizar, Kerem ve Sinan'a evde ayrı odalar hazırlamıştı. Kerem de kendi odasında yeniden kayda başlamıştı. Odada tek bir gaz lambası vardı. Ama odayı asıl aydınlatan, birbiri ardına çakan şimşeklerdi. Kerem, telefonuna tekrar baktığında, telefonun hala çekmediğini gördü ve küfürü bastı. Yatağının yanındaki komodinin üzerinde duran bir müzik kutusu, Kerem'in dikkatini çekmişti. Kutuda, ufak bir gelin ve damat figürü vardı. Kutuyu çalıştırmayı denedi; ama çalışmayınca, tekrar yerine geri koyup, yatağa oturdu. Yağmur, pencereye çok hızlı vuruyor, eskimiş pencereyi zorluyordu. Tam o anda, odasının kapısı yavaşça gıcırdayarak açıldı. Gelen, Gülizar'dı. Kerem'e sürahi ve bardak getirmişti. Elindekileri bırakıp, yatağa, Kerem'in tam yanına oturdu. Yüzünde tuhaf bir utangaçlık vardı. Kerem'e, saçlarının altından kaçamak gülücükler atıyordu. Fırtına, çok şiddetli hale gelmişti. Çakan şimşeklerin ardı arkası kesilmiyordu. Kerem, "Gerçekten çok tuhaf bi kızsın!" dedi gülerek. Gülizar da, Kerem'in gözlerinin içine bakarak gülümsedi. Birbirlerine dikkatle bakıyorlardı. Kerem, gözlüğü çıkarıp, yatağa koydu. Karşı konulmaz bir güç, Kerem'i Gülizar'a doğru çekiyordu. Kızın kocaman masmavi gözleri, Kerem'in aklını başından alıyordu. Ok yaydan çıkmıştı artık. Bir anda öpüşmeye başlamışlardı. Kerem, o anda müzik kutusunun çalıştığını farketti. Kutudaki gelin ve damat figürü, müziğe göre dans ediyorlardı. Kerem, tüm bunlara anlam veremeden, aşağıdan duyulan korkunç bir sesle irkildi: "Nerdesin kız, küçük orospuu!"

                              Kerem, hemen gözlüğü taktı. Gülizar da çok korkmuştu. Suçluluk dolu bir bakışla, kalakalmıştı. Kerem, Gülizar'a, "Kim bu Gülizar?" diye sordu yutkunarak. Gülizar, cevap vermedi. Korkunç ses, tekrar duyuldu: "Çık ulan ortaya! Adi orospuu! Çıık!" Kerem, olanlara anlam vermeye çalışıyordu. Sinan da ortalıkta yoktu. Tüm bunları nasıl duymazdı! Kerem, tekrar sordu: "Gülizar, kim bu adam? Senden ne istiyor?" Sorusunu bitirir bitirmez, evin kapısı, çok güçlü bir el tarafından vurulmaya başlandı. Gülizar, cama doğru gitti. Camın buğusuna yazdığı şey, korkunçtu: "Hayaletler." Kerem, aklını yitirmenin eşiğindeydi. Evin kapısı, hala vuruluyordu. "Aşağıdaki" ise, lanetler okumaya devam ediyordu.

                              Kerem, koşarak, Sinan'ın bulunduğu odaya gittiğinde ise, Sinan'ın çığlıkları duyuluyordu. Odanın duvarlarından uzanan kollar, Sinan'ı hareketsiz bırakmıştı. Sinan, "Yardım et Kerem!" diye bağırsa da, artık çok geçti. Sinan'ı kavrayan sayısız kol ve el, Sinan'ı bir anda parçalarına ayırmıştı. Oda, kan gölüne dönmüştü. Çığlık atan Kerem, odasına geri dönüp, kapıyı kapattı. Gülizar, hala camın kenarındaydı. Fırtına, normalden daha şiddetlenmişti. Kerem, Gülizar'ın yanına gelip, camdan aşağı baktı. Çakan şimşeğin ışığında, beş tane bembeyaz suretin, kırmızı gözlerini kendisine dikerek baktığını görünce, Kerem'in içini yılgınlık ve delilik kaplamıştı. Kafasını çevirdiğinde, güzeller güzeli Gülizar'ın, korkunç bir çığlıkla, dehşet verici, beyaz bir dumana dönüştüğünü gördü. Koşarak odadan çıktı. Merdivenleri inerken dengesini kaybedip, yere düştü. Gözlük de, gözünden çıkmıştı. Sürünerek kapıya ilerlerken, kapı açıldı. Nefes nefese kalmış Kerem'in üzerine aniden, görünmeyen bir kaç "el" in vurduğu balta darbeleri indi. Kerem'in korkunç çığlıkları sürerken, görüntüler kesik kesik gelmeye başladı ve ekran tekrar karlı haline döndü...

                              Ersin, oturduğu yerde kalakalmıştı. İzlediği görüntünün gerçek mi, montaj mı olduğunu bilebilecek kadar işine ve sanatına hakimdi. Ve gördükleri, kesinlikle montaj değildi! Bunu bilmek, Ersin'in sinirlerini daha çok geriyordu. Şaşkınlıkla "eject" düğmesine bastı, diğer bir kaseti oynatıcıya sürdü ve bir de sigara yaktı. TV'nin ekranı yine berraklaşıyordu...

Gecenin Karanlığında [YENİ ÖYKÜ SERİSİ]

Kısmet oldu ve sonunda antolojik korku öykü dizime başladım, beğenip, seviceğinizi düşünüyorum sevgili okuyan, devamı da gelecek inşallah efendim, buyursunlar...

-BU YAZIDAKİ KARAKTERLERİN HEPSİ HAYAL ÜRÜNÜDÜR-

Gecenin ilerleyen saatlerinde, ormanın içinden geçen yolun sessizliği, tiz bir motor sesiyle bozuldu: Temiz ve bakımlı bir Murat 131, korkuya kapılmış sürücüsünün hızlı gitme isteğine avaz avaz bağırarak yanıt veriyordu. Şöför koltuğundaki Ersin, peşindeki sarıklı ve cübbeli adamlardan kaçmaktaydı. Lakin, sarıklı adamların kullandığı Cherokee'nin vazgeçmeye niyeti yoktu. Ersin, o an, bu işi neden kabul ettiğini hayıflanarak kendisine sordu. Doğru ya! Heyecanı ve aksiyonu boldu, hem parası da iyiydi. Ersin, Radyo-TV mezunu bir gençti. Kanallarda stajyerlik yapmıştı, yine de dikiş tutturamamıştı. Daha sonra çalıştığı yerel gazetenin sahibi olan Adnan Abi'si, onu, bölgede haber değeri taşıyabilecek olayları fotoğraflayıp, kaydetmesi için işe almıştı. Lakin, Adnan'ın asıl amacı bu değildi: Savcılar, avukatlar, komiserler ve yerel zenginler. Hepsinin kirli çamaşırları vardı; Hendek de oldukça küçük bir yerdi. Böyle önemli kişilerin afişe olması, bu kişilerin sonunun gelmesi demekti. Komiser Erdal'ın karakolda Karasu'dan getirttiği orospularla alem yaptığını halk bilse, Erdal'ın hali nice olurdu? Hendek Çarşısı'nın yarısına sahip olan Kuruyemişçi Salim'in her gece eroine takılıp, vücudunu kesmesi duyulsa, esnaf tüm dükkanlarını ateşe bile verirdi. Ama hiçbiri, Karaağaç köyünün sayılan ve sevilen imamı Ragıp Efendi'nin evine getirip, ırzına geçtiği küçücük oğlanlar kadar can yakmazdı elbet. İmam, en iğrenç ve şehvet dolu anında penceresinin kenarında beliren minik noktayı ilk önce böcek sanmıştı. Sonrasında, dikkat kesilip, baktığında, tüm iğrenç ve sapkın işlerinin kayda alındığını anlamıştı. Ersin, ağaçtan atlarken, korkusundan az kalsın boynu üstüne düşecekti. Sona anda can havliyle sıkıca tuttuğu dal sayesinde yaralanmamıştı. Arabasına atladığı gibi gaza yüklendi. Bir müddet sonra arkasından hızlıca onu takip eden cipi gördü. Cipin içinde, uzun sakallı, nursuz adamlar vardı...

                      Kovalamaca, köyün çıkışına kadar devam etti. Ersin, anayola girmek yerine, ormanlık yoldan gitmeyi sürdürdü. İki el silah sesi duydu Ersin: Biri arka camına isabet etmiş, öbürü de bagaja gelmişti. Ersin, polis çağırmayı düşündü; ama sonra polislerin de Ragıp Efendi gibi sadık müritler olduğunu hatırladı: Ragıp Efendi, ülkede "Asi Hoca" lakaplı bir başka hocanın müridiydi. Asıl adı Ekber İsyancı idi; ama soyadından ötürü, takipçileri ona "Asi Hoca" diyordu. Hükümet kanadındaki muhalif siyasetçilerle atışması ve uzun, şaşaalı sohbet meclisleriyle tanınıyordu. Kaynağı bilinmese de, çok güçlü bir durumdaydı.

                      Ersin, aniden direksiyonu sola kırdı ve yokuş yukarı giden bir yola saptı. Yokuşun sonunda, sağa döndü. Girdiği yol, ormana doğru devam ediyordu; evler seyrekleşmişti. Cip ise ısrarlıydı. Güçlü farları, Ersin'in dikiz aynasına vuruyordu. Ersin, tamamen göz yordamıyla ve az buçuk şöförlük içgüdüleriyle yolunu bulabiliyordu. Önüne bir köprü çıkmıştı Ersin'in. Yol da bayır aşağı inmekteydi. Ersin, bu bayırı hızlı inebilirse, sarıklı adamları atlatabileceğini düşündü; aracı hafifti, manevra kabiliyeti daha iyiydi. Parlayan dolunayla birlikte, cipin uzun farları, Ersin'in gözlerini iyice almıştı. Aşağı doğru inerken, gaza yüklendi. Ve görme kaybıyla beraber, yaşadığı panikle, yolun sağa doğru gittiğini göremedi. Gecenin karanlığında bir gümbürtü duyuldu...

                      Ersin, gözlerini açtığında, büyükçe bir ağaca çarptığını gördü. Ağzı, yüzü kan içindeydi. Yüzündeki ve vücudundaki sıyrıklar derindi. Arabasının ön kısmı hurdaya dönmüştü. Ersin, seğirterek, kamerasını yokladı. Kamera yoktu. Sarıklı adamlar, kamerayı almış, Ersin'i de öldü sanıp gitmişlerdi. Ersin, histerik şekilde gülmeye başladı. Hem hayatta olduğu için, hem de görüntülerin kayıtlı olduğu hafıza kartını, boş olan bir başkasıyla değiştirmeyi akıl ettiği için. Ersin, arabadan çıktı ve Adnan Abi'sini aramak için telefonunu aramaya başladı. Telefon tuzla buz olmuştu; ekranı kazanın şiddetiyle patlamıştı. Kolundaki sıyrık, çok derindi; ama geceyarısı ormanlık ve ıssız bir yerde kalakalmıştı. Karaağaç köyünün çıkışıydı burası; Ersin bu köyle ilgili pek çok tekinsiz hikaye duymuştu. Aklından geçen bu düşüncelerle, Ersin, ürpermişti. Ceketine sarılarak, yürümeye başladı. Arada bir esen rüzgarın uğultusu, Ersin'i daha da huzursuz ediyordu. Ufak bir yokuşu çıktıktan sonra, köy yolunun yanında eski bir ev olduğunu farketti. Dolunayın ışığında, ev, aynı ormanların içinden çıkıp gelen devasa, korkunç suretli heyulalara benziyordu. İrkilen Ersin, başka çaresi olmadığını düşünerek, eve doğru ilerledi...

                      Bu ev, tipik bir köy eviydi; tahtadan ufak bir merdiveni vardı ve tuvaleti de eski evler gibi dışarıdaydı. Ersin, tedirgin olmuş şekilde kapıyı çaldı, ama kapıyı açan olmamıştı. Akşam serinliği çökmüş, Ersin üşümüştü, ayrıca yaralıydı. Geceyi bu evde geçirecek, sabahına da köy arabalarıyla Hendek'e gelecekti. Evin etrafını dolaşırken gördüğü açık pencereden içeri girmek için atladı. Ersin, zorlanarak kendini yukarı çekmeye çalışırken, kendisine dikkatle bakmakta olan bir "şey"in varlığını sezdi. Karanlıktı bu "şey", boynunu eğerek Ersin'e doğru bakıyordu. Ersin, korkuyla bağırınca, büyük bir karga, hoşnutsuz bir sesle bağırarak, uçup, gitti...

                      Ersin içerdeydi. Hemen ışığı yakmak istedi, ama evin ışığının görülmesinden korkup, bundan vazgeçti. Odanın karşı penceresinin dibinde bir yatak vardı. Tozlu ve eskimişti, ama önemli değildi; Ersin çok bitkin düşmüştü. Yatağa kendini attı, tam gözleri kapanmak üzereyken, evin alt kısmından bazı sesler geldiğini farketti. Bir fare veya böcekten gelemeyecek kadar "kararlı" bir sesti bu. Tuhaf bir dilde mırıldanan birileri gibiydi bu ses. Bazen kesik kesik tiz çığlıklara da dönüşüyordu. Ersin, soğuk soğuk terlediğini hissetti. Ayağa kalkıp, çakmağını yakmaya çalıştı. ama çakmak yanmıyordu. Çakmağın yanmadığı her saniye, Ersin'in korkusunu arttırıyordu. Ersin, çakmağı yakmayı sonunda başardı. Işık, Ersin'i birazcık rahatlatmıştı. Çakmağın loş ışığında, Ersin, evin duvarlarında kırmızı renkli Arapça yazılar ve garip semboller olduğunu gördü. Ersin, biraz daha yaklaşıp, daha dikkatli baktı ve dehşete kapıldı: Çarpılmış insan suretleri ve garip, korkunç ecinni çizimleriydi bunlar. Bu resimleri ve yazıları, kimin yazıp, çizdiği de belli değildi. Ersin, kanının donduğunu hissetti adeta. Boncuk boncuk terliyordu. Sesler, duyulmaya devam ediyordu. Ersin, içini saran merakına yenik düşüp, ses gitmeye karar verdi. Odadaki sobanın uzun demirini eline aldı. Ses çıkarmamaya çalışıyordu. Girdiği pencereyi ise, gerekirse kaçmak için sonuna kadar açtı. Sese doğru yürümeye başladı Ersin. Ev ahşap olduğu için, her tahta gıcırtısı, Ersin'i korkudan zıplatıyordu. Ses, evin alt tarafındaki kilerden geliyordu. Kilerden ufak bir ışık yayılıyordu. Ersin, korkuyla ışığa doğru baktı. Gördüğü, bir sürü 80'li ve 90'lı yıllardan kalma TV ve görüntü-ses ekipmanıydı. Ersin, derin bir nefes almıştı. Sonra, sesin kaynağı olan TV'ye yaklaşıp, baktı. Konuşan, Asi Hoca'ydı. Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı'nın davetlisi olduğu gizli bir sohbet meclisinde konuşmaktaydı. Hitabeti öylesine kuvvetliydi ki, müritleri, adeta büyülenmiş gibi kendisini dinlemekteydi. Çekim teknikleri ve görüntü kalitesine göre, bu görüntülerin özel görüntüler olduğu belliydi. Ama tüm bu ekipmanı kim getirip kurmuştu buraya? Bu soruların yanıtını ararken, Ersin'in gözü, rafın üstündeki büyük bir kutuya ilişti. Kutuyu alırken, Ersin'in ayağı boşluğa denk geldi vekutu, düşerken minik asma ampulü de patlatmıştı. Ersin, "Hay sıçayım! Şaka gibi resmen ya!" diye söylendi kendi kendine. Sinirlenmişti. Artık, kileri açık vaziyette olan üç-dört tane TV ekranı aydınlatmaktaydı. Kutunun içindeyse, bir sürü video kaset vardı ve hepsi yerlere dağılmıştı. Ersin, kasetlerin üzerine baktığında, yazılı tarihler gördü. Bunlar, muhtemelen son 5 yılda çekilmiş görüntülerdi; ama kasetlerde görüntülerin ne olduğuna dair herhangi bir şey yazmıyordu. Meşhur Asi Hoca'nın kim olduğunu ortaya çıkarırsa, Adnan Abi'siyle köşeyi dönmeleri işten bile değildi. Bu fikir, Ersin'in hoşuna gitti; kafasına yatmıştı. Asi Hoca'nın görüntülerini gösteren TV'nin hemen yanındaki bir başka TV, karlıydı, hemen önünde de yine bu TV'ye bağlı bir video kaset oynatıcısı vardı. Ersin, elindeki kasetlerden rastgele birini oynatıcıya sürdü. Görüntü, yavaş yavaş berraklaşırken, Ersin, oradaki sandalyelerden birini çekip, oturdu ve izlemeye başladı...



-------------------------------------------------DEVAM EDECEK-------------------------------------------------

Bedel

           -BEDEL-

1954 Aralık – Demiray Akıl Hastanesi 


Odanın tepesinde parlayan büyük ışık, odanın kenarlarına aynı bonkörlüğü göstermiyordu. Tavandan akan yağmur suyu, duvardaki sıvayı balon gibi kabartmıştı. Şıpırdayan suyun sesi, dışarıdaki fırtınanın sesiyle birleşiyordu. Çakan şimşeklerin ışığında, ağaçların silüetleri, bir pagan ayininde çılgınca dans eden insanları çağrıştırıyordu. Koridordaki belli belirsiz inlemeler, histerik bağırışlar, arasıra bu senfoniye katılıyordu. Tavandan akan suyun damladığı yerde, çerçeveli bir resim vardı. Odadaki sessizliği bozan şeyse, su damlaları yere düştüğünde çıkan, ince bir “hı?” sesiydi. Odada yalnız değildim. Işığın ulaşamadığı kuytu köşelerden birinde sinmiş, masmavi iki göz, yüzüme doğru bakıyordu. Genç bir kızdı bu; muhtemelen 23-24 yaşlarındaydı. Bir aya yakındır bu hastanedeydi. Şizofreni teşhisi konulduktan sonra, kızın tedavisinde yetersiz kalan hastane heyeti, bu konuda farklı bir yol umudu görerek, beni çağırmıştı. Kızı önce kendim görmek istedim. (Biraz olsun yakınlık kurabilmek ve onun bana bazı şeyleri anlatabilmesini sağlamak içindi bu) Odanın demir kapısı, acı bir gıcırdama ile açıldı ve koridordaki bozuk floresan ışığı, odanın içine süzüldü. Başhekim, yanında en güvendiği iki öğrencisiyle odaya girmişti. Bu iyiydi. Zira, bu tecrit odasında, tehlike arz edebilecek bir hasta ile böyle bir ortamda kalmak, benim bile sinirlerimi bozmuştu. Ayağa kalktım. Başhekim, elimi sıkarak, “Selim Bey, geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sizin gibi işinin ehli bir psikiyatrı aramızda görmekten çok mutluyuz.” dedi. Gülümseyerek, “Teşekkür ederim hocam, size yardımcı olmayı çok isterim.” diyerek, yerime oturdum. Diğer iki stajyer öğrenci ise, sıkıcı bir ciddiyet takınmışlardı. Suratları elli karıştı; Gestapo gibi sert ve kararlı hareketleri vardı. Başhekim, bakışlarını odanın kenarına çökmüş, ileri-geri sallanan genç kıza doğru çevirdi. Babacan bir tavırla, “Hadi bakalım Hanife, Selim Bey, buraya senin için geldi. Belki biraz konuşursunuz, sana da iyi gelir, ne dersin?” diyerek gülümsedi. Hanife, başhekime bakmadı bile. Bakışları, tek bir yerde birleşmişti. Başhekim, öğrencileriyle ayağa kalktı ve “Müsadenizle, bazı işlerimiz var. Malumunuz, bu kadar hastayla uğraşmak meşakkatli iş.” diyerek, gülümsedi. Öğrencilerine dönerek, “Selim Bey burada birkaç gün misafirimiz olacak çocuklar, kendisini en iyi şekilde ağırlayın.” dedi. Öğrencileri başlarını eğerek onu onayladılar ve odadan çıkıp gittiler. Kapının kapanırken çıkardığı ses, odanın içinde ürkütücü bir yankı yaptı. Bu işlerde deneyimli benim gibi insanları bile çıldırtabilecek bi sesti bu. Kapının kapanması ile, Hanife, kendinden beklenmeyecek bir sakinlikle karşımdaki sandalyeye oturdu. Şaşkınlığımı üstümden atamadan, yavaşça eğilip, fısıltıyla “Onlara güvenmiyorum. Onlar yaptı biliyorum.” dedi. Bu sözlerinin üzerine, sıfırdan başlamayı uygun bulup, ona buraya nasıl ve ne sebepten geldiğini sordum. “Her şey benim için. Tüm bu olan, biten.  Çiçekler de benim için, Sarıkız da benim için, ev de benim için, her şey ben!” demişti. Konuşurken yüzü ve vücudu istemsiz şekilde seğiriyor, sanki biri arkasından dürtüyormuş gibi omuzlarını silkeliyordu. Sonra kafasını hızlıca sallamaya başladı, aklına gelen bazı kötü şeyleri defetmeye çalışır gibiydi. Sonra, yine o sakin, mantıklı haline geri döndü. Yavaşça, “Bunun sonu yok, kaçınılmaz olan muhakkak gelecek Doktor. Benim için gelecekler ve beni kimse kurtaramaz artık! Ah Hasan ah!” diye bağırdı. “Senin için kim gelecek?” diye sordum. “Onlar” dedi sadece. “Onlar her yerde doktor. Hepimizin içindeler. En gizli, en pislik ve en aciz şeylerimizi bile görüp, duyarlar. Bir bedeldir bu! O Hasan dürzüsü yüzünden bunlar! Hep onun yüzündendi de kimseler bişey diyemediydi! Ben ne yaptım ki? Bana ne, bana ne!” diye bağırarak, ayağa kalktı. Duvara koşup, kafasını duvara vurmaya başladı; üstünü başını yırtıyor, kendine zarar veriyordu. Bir çeşit sinir nöbeti geçiriyordu. Kapıdaki hastabakıcılar, sesi duyarak, derhal odaya girdiler ve Hanife’yi yatıştırdılar. Hanife, ilacın etkisiyle uyuyakalmıştı. Derhal başhekimin odasına giderek, Hanife ile ilgili dosyayı istedim ve dosyadaki bilgileri incelemeye koyuldum. Hanife, güzeller güzeli bir köylü kızıydı. Kuyutepe ismindeki bir köyde yaşıyordu. Bahsettiği Hasan adındaki kişinin nesi olduğu, buradaki dosyada yazmıyordu. Bahsedilen köyün buraya yaklaşık üç saat uzaklıkta olduğunu öğrendim. Hastane görevlilerine odamı hazır tutmalarını, Kuyutepe köyüne gideceğimi haber verdim. Hazırlığımı yaparak, arabama atladım ve köye doğru yol almaya başladım. Haziran ayında vilayet olmuş olan Sakarya’nın gözden uzak bir köyüydü burası. Köyün tabelasını gördüğümde daha da heyecanlanarak gaza bastım. Ama şehir yollarına alışık olan bu Chevrolet’nin köy yolunda çamura saplanıp kalması biraz hevesimi kırmıştı.  Aralık ayında, bu köy, kutuplardan daha soğuk olabilirdi. Şansıma, at arabasıyla oradan geçmekte olan bir köylü, beni kendi arabasına aldı ve köye yardım istemek için götürmeyi teklif etti sağ olsun. “Hayırdır beyim, senin gibi adamlar pek uğramaz burlara? Ben Cemal. Buyur köye kadar gidek, orda çekiveririz tomofili” dedi. Teşekkür ederek, yanına oturdum. “Ben doktorum, bir hastam var, bu köyde yaşıyormuş, adı Hanife” deyince, köylünün yüz ifadesi değişti. “He ya, Hanife.” dedi. “Hayatı kaydı gencecik kızın. Hasan’dan oldu hep. Açgözlüydü, açgözlü!” diyerek, kırbacını atlarına şaklattı. Bazı yanıtlar buluyordum ve bu hoşuma gidiyordu. İki sigara çıkarıp, Cemal’e de ikram ettim. “Kim bu Hasan?” diye sordum. “Hasan? Hee benim uzaktan amcaoğludur yahu Hasan! Yolu yol deeldi, ama yine de severdim hergeleyi. Hanife’nin başını yakan da odur ya!” dedi. “Neler oldu peki?” diye sormama kalmadı, “Aman be dohtor, pek karıştırma mevzuyu. Aha sırf bunnarın bokuna, hanidir köye gelen giden de yoh artık. Senden gayrı, aha burlara kimse gelmez-gitmez oldu!” dedi. “Ama seni Hanife’nin ablasına götürem ben. Zate, ailesinden bi o galmıştır! Hele Zişan Abla’ya götürem seni, he he.” deyince, bahsedilen Zişan Abla’dan bazı cevaplar alabileceğimi düşünmüştüm. Köyün girişine yaklaşırken, biraz hızlı giden Cemal’in arabasının tekeri kırılmıştı. Arabadan indi ve küfür ederek “Gaç kere bizim Ahmet’inen mehtup yazdık Angara’ya, hala yapacaklar şu yolu! Allah bu Menderes’i ıslah etsin! Dohtor, Zişan Ablagil’in ev, aha şu kırmızı evin ordan sola döncen, garşına avlulu bir ev çıkacah. He, o evdir işte! Zate sorsan gösterirler, haydi kolay gele!” dedi. Pantolonum çamur içinde kalmıştı, ama sonunda köye varmıştım. Köyde ev çoktu, ama içleri boştu. Köy meydanında da, su almaya giden birkaç kadından başkası yoktu. Evlerden birinde, genç bir kızın beni pencereden izlediğini fark ettim.  Göz göze gelince, gözleriyle bana işaret ederek, perdeyi kapattı. Sonra evin kapısı yavaşça açıldı. Fısıltıyla, “Hanife için geldiniz de mi? He, size diyeceem var” demesine kalmadan, bir anda annesi çıkageldi ve kızın saçına yapıştığı gibi içeriye fırlattı. “Ne Hanife’si kız? Hanife manife yok, biz bişey bilmiyoz, de hayde git defol sen de!” diyerek kapıyı suratıma vurdu. Şaşkınlığımı atamamama rağmen, kızın Hanife’nin arkadaşı olduğunu anlamam gecikmedi. Lakin, olayın aslını Zişan Abla’dan öğrenebilirdim. Ev, aslında köydeki diğer evlere nazaran daha gösterişli gibiyse de, tuhaf şekilde yorgun görünüyordu. Evin kapısını iki kere vurdum. Uzun bir süre sonra, kapı, ağır ağır açıldı ve elli yaşlarının sonuna gelmiş gibi görünen bir kadın, kapıda belirdi. “He? Buyurun kime bakmıştınız?” diye sordu. “Ben Hanife’nin dokto…” diyemeden, “Defol get burdan! Hanife gafayı sıyırdı, sıyırdı! Allah’ın cezası, o dürzü Hasan’a uydu! Hanife diye bacım yohtur, defooool!” diye bağırarak, kovmuştu beni evden. Akşam çökerken, köy muhtarının sayesinde, köydeki boş evlerden birinde geceyi geçirecektim. Böylesine kaba insanların aksine, muhtar, sevecen bi adamdı, Hanife’den bahsedince konuyu değiştirip, bana konaklayacak bi yer bulup bulamadığımı sormuştu. Hayır cevabına istinaden, yardımcı olmuştu bana, Allah razı olsun. 

Odamda üzerimi çıkarırken, ceketin cebinde bir kâğıt parçası gözüme ilişti. Kağıtta, “Gece 7 köy kahvesi ahır arkada olacam.” yazıyordu. Çok bozuk bir yazıydı. Yazıyı yazan, Hanife’nin arkadaşıydı. Akşamı zor ettim. Göz önünde olmamaya çalışarak, köyün bir kısmını dolaştım. Hava daha da soğuyordu. Saat 7’ye gelirken, kızın bahsettiği ahırın içine girip, beklemeye başladım. Beklerken, ahırın uçtaki karanlık kısmında bazı sesler geliyordu. Bir hayvan, veya bir haşereden gelemeyecek kadar kararlı bir sesti bu. Tedirgin olmuştum. Oradaki uzun saplı bir yabayı elime alarak, sesin geldiği yöne doğru yavaşça ilerledim. Yabayı sesin kaynağına vurduğumda, “Anam!” diye ince bir bağırış duyuldu. Hanife’nin arkadaşı Selma idi bu. “Anam, anam, anam! Beyim ne ettin sen!” diye bağırıyor, başını sıvazlıyordu. Rahat bir nefes almıştım. Kırsaldaki bazı “açıklanamayan olayların” ahırlarda hâsıl olduğunu, eskilerden işitmiştim. Kızın, önemli bir şeyi yoktu. “Siz dohtorsunuz de mi? Hanife için geldiniz, he?” dedi heyecanlı heyecanlı. “Evet, Hanife için geldim, bir de Hasan diye birinden söz ettiler, ama…” derken, “Hasan! vıyy, ne hoş çocuktu Hasan!” dedi utanarak. “Gendi çakalın tekidi, Hanife için yaptı o her şeyi. Sen inanma kim ne dediyse. Ben olayın aslını sağa anlatacam. Hanife iyi olcaksa, her şeyi anlatırım ben sağa” deyip, karşıma oturdu…



18 Haziran 1954 – Kuyutepe Köyü 

 

Gecenin karanlık bir saatinde, köyün uçlarına doğru uzanan ormanın içinde, bir grup genç, fısıltılarla konuşarak, ormanın derinliklerine iniyorlardı. Konuşurlarsa, sanki başlarına bir şey gelecekmiş gibi bi halleri vardı. Yaklaşık yarım saat kadar yürüdüler ve tepeye doğru uzanan yolda, eski Bizans kalıntılarının bulunduğu mağaranın önünde durdular. Yanlarında getirdikleri kazma-kürekleri indirerek, mağaranın dışındaki kuytuda kalmış bir bölgeyi kazmaya başladılar. Define arayan bir grup gencin aksine, hareketleri oldukça rahat ve kendinden emindi. Onlara katılan hoca, yavaş yavaş okumaktaydı. Bir yandan da, gruptakileri dikkatle izlemekteydi. Define aramaya gittiklerinden ise, kimselerin haberi yoktu. iki saat boyunca durmadan kazdılar. Aralarından Necmi, sonunda sert bir “taşa” kazmasını vurduğunu söyleyince, grubun en atik ve yakışıklı delikanlısı olan Hasan, hemen o yöne seğirtti. Buldukları şey, büyük bir sandıktı. Grup, çok heyecanlanıp, sandığı hemen çıkarmak istese de Hasan, arkadaşlarına engel oldu. Sandığı, büyük bir Bizans yapımı kilit tutmaktaydı. Bir kürek darbesiyle kilidi kıran Hasan, herkese gözlerini kapatmasını söyleyerek, sandığı açtı. Kendi gözleri de kapalıydı. Sandığa bakmadan, belinden kamasını çıkarıp, avucunu kesti. Elinden akan kanı, sayarak sandığın içine damlattı: Bir, iki, üç, dört, beş, altı… Kanını sandığın içine boşaltan Hasan, gözlerini yavaş yavaş açtı ve ormanın içinde sevinç çığlıkları yankılanmaya başladı: Çok büyük bir hazine bulmuşlardı. Sandığın içinde, bazı işlenmiş değerli taşlar da bulunuyordu. Hasan, sonunda büyük bir hazine bulmuş, zengin olmuştu. Grup, zengin olmanın sarhoşluğuyla sevinç naraları atıyordu. Hasan, gülümseyerek “Hanife” diyebildi sadece. Hoca ise, sevinmiyordu. Sinirli ve kızgın şekilde Hasan’a bakmaktaydı. Hasan ile göz göze geldiklerinde, Hasan, yüzünü ondan çevirerek, sevince ortak olmaya çalıştı. Dolunayın aydınlattığı bu gecede, zengin olmuş bir avuç gencin sevinç çığlıkları, ormandan yükseliyordu, bir kişi hariç. O da Hoca idi…

24 Mayıs 1954 – Kuyutepe Köyü


Köyün üstünde tek bir bulut bile yoktu. Güzel bir geceydi. Hava sıcaklamış, bahar gelmişti. Tüm köy halkı, köye gelen film ekibini ilgi odağı haline getirmişti. Set ekibi haricinde, Neriman Köksal ve Ayhan Işık’ı görebilmek, köyde büyük bir hadise olmuştu. Tüm köy halkı, başta muhtar olmak üzere, set ekibi ve oyunculara iyi davranıyor, konukseverlik gösteriyordu. Tüm kızlar, Ayhan Işık’ı uzaktan dahi olsa görebilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Hepsi onunla ilgili hayaller kuruyor, bulabilenler, Işık’ın resimlerini odalarının (anne-babalarının göremeyecekleri yerlere) gizli yerlerine asıyorlardı. Hanife’nin aklı ise, set ekibinden Kemal’deydi. Kemal, set ekibi kameramanlarından biriydi ve köydeki ilk gecesini, Hanife’lerin evinde misafir olarak geçirmişti. Kemal ve Hanife, birbirlerini görür görmez etkilenmişlerdi. Gerçekten çok iyi anlaşıyorlardı, aralarındaki şey, yavaş yavaş aşka dönüşmekteydi. Hanife, Kemal ile evlenip, şehir yaşamına adım atmayı ve bu köyden çıkabilmeyi umuyordu. Kemal ise, işi biter bitmez soluğu Hanife ile gizlice buluştukları yerde alıyordu. Yorucu geçen uzun günün sonunda, Hanife, sevgilisiyle buluşmak için gizli yerdeydi. Birbirlerine olan aşklarını yineleyip, aynı vakitte buluşmak için sözleştiler, ama yalnız değillerdi. Hanife, gizlice eve doğru giderken, patika yolun kenarında bir ses duydu. Adımlarını sıklaştırarak yürürken, sesin, hızlanarak, onun önüne geçtiğini fark etti. İyice korkan Hanife, içinden nenesinden öğrendiği duaları sayıklayarak koşmaya başladı. Tam evine dönen yolun kenarındaki çalılığa ulaşmıştı ki, çalının içinden atlayan siluetle çığlık attı. Bu silüet, Hasan’dı. Hanife, “Allah cezanı versin be hayvan herif!” diye soluklandı. Hasan gülüyordu. “Senin şeerli filmci seni evine götürmüyo mu kız?” dedi. “Saane la filmciden? Götürür-götürmez, onun bilceği iş.” dedi Hanife. Bunu işveli, cilveli bir edayla söylemişti. Hasan, ona bakarken bir an, aklının başından uçup gittiğini fark etti. Hanife, Hasan’ın ona olan imkânsız aşkını biliyordu. Lakin, Hanife’nin gözü yükseklerdeydi; şehre gidecek, hizmetçileri olacak, “tomofillerin” en güzeline binecekti. Köy hayatını sevse de, bu, onun için yeterli gelmiyordu. Çobanlık yaparak elin geçirdiği üç beş kuruşu da kumara harcayan Hasan, onun gözünde bir hiçti. En fazla Hasan, onun uşağı olabilirdi. Geçmişte Hasan’a ilgi duysa da, sonraları Hasan’dan kendisine koca olmayacağını düşünmüştü. Hasan’ın ise, Hanife için yapmayacağı şey yoktu. Hasan, Hanife’nin koluna yapışarak, “Baa bak kız! Seni ne o zibidi filmciye, ne de başkasına yar ederim! Bağa varacan!” diye haykırdı. Hanife, Hasan’ın suratına okkalı bir tokat aşkederek, “Hooşt! Saa mı kaldım la ben! Sen Kemalımın sıçtığı bok olaman! Hem tomofilin bile yohtur senin!” diyerek, başörtüsünü düzeltti. Hasan, çaresiz, “Görecen kız! Görecen! Önce bu köyü alacam! Sonra seni! Herkes Hasan kimimiş görcek!” diye arkasından bağırdı. Hanife gözden kaybolunca, Hasan, yediği tokatın ve aşağılayıcı kelimelerin tesirinde kalmıştı. En sonunda hızlıca kalkıp, köyün dışındaki patika yola hızlı hızlı yürümeye başladı. Patikada yürürken, tüm orman, sanki Hasan’ın gideceği yere varması için uğraşıyordu. Ağaçlar, bir uşak gibi Hasan’a patika yolunu açıyor, ağustosböcekleri ve kuşlar, sesleri ile Hasan’a “buradan gel!” diyor gibiydi. Hasan, önündeki tepeyi görünce heyecanlandı. Adımlarını sıklaştırıp, tepenin dibindeki  eski eve yöneldi. Evin bahçesine girdiğinde, ne kadar yorulduğunu anlamamıştı. Kendine pek kısa bir dinlenme verdikten sonra, evin karanlığına doğru ilerledi. Evde hiç ışık yoktu. Eve girdiğinde, karanlığın içinden gelen boğuk bir “Kim o?” sesi duyuldu. Hasan, duyduğu bu ses yüzünden, az kalsın düşüp bir yerini kıracaktı. Kendini toplayıp, sesin geldiği yöne doğru gittiğinde, ufak bir mum ateşiyle aydınlanmış, geniş bir oda gördü. Ufak bir mum ateşi yanıyordu; önündeyse, ufak tefek bir ihtiyar oturuyordu. İçine çektiği tütünün dumanı, evin çatlayıp, kabarmış kıvrımlı köşelerinde salınıyordu. Hasan’ın korkusu geçmişti. “Mehdi Hoca?” dedi adama doğru eğilerek. Mehdi Hoca, istifini bozmadan ağır ağır, “Aah Sabahat’ım ah! Ben de gençken aha böyleydim işte. Yarin gözündeki minik bir parıltı için Mecnun gibi dağları bile delerdim!” deyiverdi. Hasan, Mehdi Hoca’nın bildiğini anlamıştı. Hep bilirdi ya zaten! “Amman kurbanın olam Mehdi Hoca! Sen benim maruzatımı iyi bilirsin. Bağa bir yol göster!” dedi. Mehdi Hoca, yavaşça başını Hasan’a çevirdi, “Ulan yüzüne bakılcek adam deelsin! Sen yat kalk, o nenene dua et! Yoksa yatcek yerin yok!” dedi. Hasan, “Mehdi Hocam, vallah billah ölcem ben bu kızın aşkından! Kulun kölen olam, bi yol göster! Zengin olursam, hem köyde sözüm geçer, hem Hanife benim olur. Bedeli neyse söyle! Ben hazırım ödemeye!” dedi. Mehdi Hoca, alaycı şekilde dönüp, “Demek ödersin he?” dedi. “Öderim vallah! Neyse söyle! Yeter ki söyle!”. Hasan, sadece Mehdi Hoca’dan bu işin çaresini bulabileceğini biliyordu. Yıllar önce, Mehdi Hoca, Hasan’ın nenesine tutulmuştu. Sonradan “bu işlerle” haşır neşir olduğu için köy halkı, ondan rahatsız olmuş, oturmasına izin verilmemişti. Mehdi Hoca, ocakta yanan ateşin önüne gidip fısıltıyla, “İstediğin neyse onu dile! Olur bir şekilde! Lakin bedeli ağırdır! Er ya da geç, her borç ödenir, her hesap kapatılır!” deyip, Hasan’ı köyün çıkışındaki dörtyol ağzına gönderdi. Hasan, hemen hızlıca yola koyuldu. Yolda, Mehdi Hoca’nın sesi, adeta beynini delip, geçiyordu: “Üç tel saçınlan, iki damla kanın lazım! Bir de sana ait olan bir şey! Bunları bir kutu içine koyup, dörtyolun tam ortasına gömcen. Sonra bu gömdüğüne sırtını dönüp, bekle. Üç kere soğuk bir yel, boynundan içeri gircek. Üçüncü esmeden bakmayasın ha! İliğini, kemiğini kurutur uğursuz! Üçüncü yel koynuna girdiydi mi, sırtını dön. Orada güzeller güzeli bir kız göreceksin. Sakın meftun olup, kapılmayasın! Gecenin karanlığına karışır, gidersin alimallah! Senin muhatabındır o! Dilediğini, o kıza söyleyecen! Bir aya gerçek olacak, en imkânsız hayallerin! Bedelini de, vaktiyle sana bildirecek! Sabah namazına kadar, yılmadan, korkmadan yol ağzında durunursan, dileğin kabul olmuş bil!” 
Hasan, dörtyolun ağzına geldiğinde, içi içini yiyordu. Mehdi Hoca’nın evinden aldığı minik bakır kutunun içine, üç tel saçını koydu; sonra amcaoğlu Cemal’in İzmit’ten ona getirdiği işlemeli çakmağı kutuya yerleştirdi. Sonra, belinden çakısını çıkarıp, avucunu kesti. İki damla kanını, hem saçına, hem de çakmağa değecek şekilde damlattı. Kutuyu kapatıp, Mehdi Hoca’nın söylediği şekilde sırtını kutuya dönüp, beklemeye başladı. Hasan, korkudan çenesinin titrediğini hissetti; arkasında ne olduğunu bilmediği bir şeyle, ormanın içinde baş başaydı. İlk yel geldiğinde, Hasan, aklını yitirecek gibi olup, istemsiz bir çığlık attı; ama vücuduna değen bu hafif serinlik hissi, hoşuna gitmişti. Hasan, içinden okumaya başlamıştı. İkinci yel geldiğinde, Hasan, şakaklarından buz gibi terler boşandığını fark etti. Bir an, dönüp, arkasına bakmayı düşündü; ama Mehdi Hoca’nın dedikleri aklına geldi ve dehşet içinde bunu yapmaktan katiyen vazgeçti. Üçüncü yel, diğerlerinden daha şiddetliydi; etraftaki ağaçlar, Hasan’ın yazgısını kutlayan rakkaseler gibi iki yana savruluyorlardı. Yel, Hasan’ın koynundan çıktığında, Hasan, hem korkudan, hem de anlayamadığı için sırtını dönemiyordu. Biraz bekledi. Tam o anda, yanında durduğu ağaçtaki sığırcık sürüsü, büyük bir gürültüyle uçarak gittiğinde, doğru zamanın geldiğini anladı. Yavaşça sırtını döndü. Hasan, gördüğüne inanamamıştı: Saçları gece karası, teni sütten daha ak, masum bakışlı, siyahlara bürünmüş bir güzel, kendisine bakmaktaydı. Hasan, dehşetle kızın gözlerinin kan kırmızısı olduğunu fark ederek, geriye iki adım sendeledi. Kız, “Söyle bakalım Ramazan oğlu Hasan, nedir isteğin?” diyerek, Hasan’a yaklaştı. Hasan, kızın gözlerindeki dehşeti iliklerine kadar hissediyor, konuşamıyordu. Sadece, “çok zengin olmak istiyom. Hanife’yi istiyom.” diyebildi. Kız, “Ne dilersen senindir, Ramazan oğlu Hasan! Lakin, bedeli ağırdır bu isteğin! ‘En kıymet verdiğindir o bedel, geri dönüşü de yoktur!” dedi fısıldayarak. Hasan, ilginç şekilde dileklerinin kabul olacağına inanmıştı: “Olur. Ama ne zaman ödeyecem?” diye sordu. Kız ise, “Altı kere dolunay sayacak, altıncısında borcunu vereceksin Ramazan oğlu Hasan! Olur da borç ödenmezse, karanlığa yitip, gidersin. Ölüm dahi kurtarmaz seni!” dedi. Hasan’ın gözlerindeki hırs, daha da büyümüştü. Kararlı şekilde, “Kabul, neyse ödeyecem!” dedi kızın gözlerine bakarak. O an, bunu nasıl yapabildiğini kendisi de anlamamıştı. Kız, o korkunç gözleriyle gülümseyerek, eğilip, Hasan’ın yanağına bir öpücük kondurdu. O anda köyden gelen bağrışma sesleri, Hasan’ın dikkatini çekti. Köye baktığında, filmcilere verilen bir davet yapıldığını anladı. Aklına Kemal gelmişti. Ruhundaki hiddet, son safhasındaydı. Dönüp baktığında, dörtyol ağzında yalnız olduğunu fark etti…

7 Kasım 1954 – Kuyutepe Köyü

Fırtınanın Kuyutepe ’de daha bir şiddetli olduğu zamandı. Yollar balçık gibi olmuştu. Hasan’ların evinde ufak bir kalabalık vardı. Hasan, zengin olduktan sonra ilk işi en güzelinden bir tomofil almak olmuştu. İstanbul’a halasının oğluna gitmişti. Ama gece vakti arabayla, hem de o bozuk yollarda, üstelik de alkollü şekilde yola çıkıp, hızlı sürmek, hiç de akıllıca değildi; Hasan, bunu hayatıyla ödemişti. Biriciği Hanife, gözyaşları içindeydi; kocasının genç yaştaki ölümü, kendisini kahretmişti. Hasan’ın hazine bulup, zengin olduğu gecenin sabahında, filmci Kemal’in bir sabah selamsız, vedasız köyü terk etmesi, Hanife’yi çok etkilemişti. Kemal, onunla gönül mü eğlendirmişti, yoksa başka kendince sebepleri mi vardı? Bunu çözemiyordu, ama Kemal artık gitmişti. Hasan’ın bin bir tatlı dil ve zenginlik gösterileri sonrasında, ablası Zişan, Hanife’ye Hasan’la evlenmesi için baskı yapıyordu artık. Hasan’ın son model Chevrolet’siyle Hanife’lerin evinin önünden sürekli geçmesi de, köy halkını bıktırmıştı. Sonunda, Hanife, Hasan’la evlenmeyi kabul etmişti. Davullu, zurnalı müthiş bir düğünle evlenmişlerdi. Üç aylık yeni gelin Hanife, kocasını kazada kaybetmenin şokundaydı. Akşam çökmüştü. Evde fazla insan yoktu. Köyün kalabalık mahallesi dahi, Hasan’ın cenazesine gelemiyordu. Yol zaten bozuktu, üstelik fırtına da yaklaşıyordu. Kadınların bulunduğu yerde, Hasan’ın ablası Ayşe, Hanife, Zişan ve Selma vardı. Esma Nine ise başköşede sessizce oturuyordu. Köyün en büyüğü, sözü sayılan bir kadındı Esma Nine. Herkes, içinden çıkamadığı konularda Esma Nine’ye gelir, akıl danışırdı. Hatta çevre köylerden dahi gelenler olurdu. O ise, misafirlerini kabul eder, kalan zamanlarda da dişsiz ağzıyla çocuklara korku hikâyeleri anlatırdı. Sonunda da “Haamm!!” diye bağırıp, korkan çocukların arkasından kah kah gülerdi. Erkeklerin olduğu odadaysa, Hanife’nin eniştesi Süleyman, arabacı Cemal, muhtar, Hasan’ın eniştesi Halil ve arkadaşı Osman vardı. Defineyi bulup, zengin olan gruptan kimse, köyde kalmamış, hepsi köyü terk etmişti. Kimse konuşmuyordu. İki odada da tek bir gaz lambası yanıyordu. Herkes, lambanın ışığına gözlerini dikmişti. İçten içe herkes, Hanife’ye üzülüyordu. Gök gürültüsü ile birlikte müthiş bir fırtına başlamıştı. Sobanın gürüldeyen ateşi, tavanı az da olsa aydınlatıyordu. Evin arkasında akan derenin sesi, fırtınada dahi duyuluyordu. Köyün imamı ise, ayrılırken, Hasan’ın ailesine başsağlığı dilemiş, sonrasında Esma Nine’yle iki saat kadar konuşmuştu. Sessizliği ilk bozan, Hanife’nin eniştesi Süleyman olmuştu: “Zişan! Haydi, geç oldu, fırtınaya kalmayalım, yoksa aha burada kalıveririz. Haydi, kalk.” demişti. Eşinin sesini duyan Zişan, yanına giderek, “Ben burda kalıyom bu gecelik, Hanife’m iyi değil, yarın gelirsin almaya” diyerek, Hasan’ın ablası Ayşe ile göz göze geldi. Kalktıklarında, Selma da, “Zişan Abla, Süleyman abiye söyle de beni de eve götürse he? Anam merak eder şimdi.” dedi. Zişan, “Tamam kızım, zaten Osman da gelecek. Sıkışır, gidersiniz yavaş yavaş.” deyince, Selma’nın yanakları kızardı. Zişan, durumun farkında, “Hadi sallanma sallanma!” diye paylayarak, kapıya doğru yöneldi. Muhtar da, kendi arabasına gitmeden önce, Esma Nene ’ye gidip, “Nenem, sen gelmiyon mu? Hem yorulmuşundur, gel sen, eve götürem seni, he?” deyince, Esma Nene, başını bile oynatmadan, Muhtar’a göz ucuyla baktı. “Sen get! Ben gelmiyom! Hanife’mle kalacam bu gece! Ne olur, ne olmaz!” dedi. Muhtar çaresiz, “Sen bilirsin nenem… Haydi, cümleten hayırlı akşamlar.” diyerek arabasına bindi. Misafirler gittiğinde, ev, daha bir boş kalmıştı. Fırtına da şiddetlenmişti. Artık dışarıdaki at arabaları dahi görünmüyordu. Fırtınanın uğultusu, eski ahşap evin tahtalarını zorluyordu. Ayşe ve Hanife, vakit çok geç olmasa da, ev halkına yatak açmaya gittiler; Cemal de yatıya kalacaktı. Esma Nine ise, uyumayıp, bekleyeceğini söyleyince, ona hiç ilişmediler. Herkes uyuduğunda, Hanife, sırtüstü uzanmış, yatağında tavana boş boş bakıyordu. Acaba ne yapacaktı? Acaba kendisini alan olur muydu ki? Olurdu ya! Gençti, güzeldi, tüm köy delikanlılarının uzaktan uzağa bakıp, iç çektiği kızdı o. Hem Hasan’ın ne haylaz olduğunu bilmeyen mi vardı ki? Er ya da geç, mutlu olacaktı. Ama daha da önemlisi, aybaşından beri gördüğü korkunç rüyalardı. Rüyalarında gördüğü o korkunç görüler, aklına geldiğinde, Hanife, yorganı üzerine çekti. Korkmuştu. Esma Nine’nin ona küçükken anlattığı hortlak Bizans askeriyle ilgili öyküyü dinlemişti. Dışarıdaki fırtına, ağaçları savurmaya devam ediyordu. Hanife, aklına Kemal ile yaşadıklarını getirerek, korkusunu yenmeye çalışıyordu. Esma Nine’nin mırıldanışlarını odasından duyabiliyordu. İçine bir ferahlık gelmişti. Gözlerini kapatacakken, Esma Nine’nin sesi kesildi. Tam o anda, penceresinin camına bir “şeyin” vurduğunu duydu. Hanife’nin kanı vücudundan çekilmişti. Çığlık atmak istese de, atamadı. Odanın öteki ucunda, ayakta korkuyla dikilmiş, pencereye bakıyordu. İlk önce, Osman’ın bir şey unutup, geri döndüğünü sandı. Hep unuturdu zaten şaşkın herif! Ama tekinsiz bir “cama tıklama” idi bu; Osman’ın yapacağı türden bir şey değildi. İçindeki merak duygusu, onu ele geçiriyordu. Yavaşça perdeyi kaldırdığında, kara bir siluetin kan kırmızısı gözleriyle camın dibinde kendisine baktığını gördü. Korkudan öyle zıplamıştı ki, kendisini yerde buldu. Siluet, hala Hanife’ye bakmaktaydı. Hanife, gaz lambasını pencereye çevirdiğinde, Hasan’ın toz-toprak içindeki cesedini gördü. Çığlığı basan Hanife, perdeyi kapatarak ablasının yanına doğru koştu. Zişan, yer yatağında, Hasan’ın ablası Ayşe ile yatıyordu. Yanlarında feryat figan etmesine rağmen, ne Zişan, ne de Ayşe, uyanmadılar. Uyuyor gibi de görünmüyorlardı. İyice korkan Hanife, Halil ve Cemal’in odasının kapısını yumruklamaya başladı, ama kapıyı açan yoktu. İçeriden tuhaf mırıldanmalar duyuluyordu. Hanife, evin büyük odasında Esma Nine’nin oturduğunu hatırlayıp, oraya doğru seğirtti. Odadan konuşma ve kıkırdama sesleri geliyordu. Hanife odaya vardığında, donup kaldı: Halil, Esma Nine’ye tecavüz ediyordu. Halil’in gözleri bembeyazdı; Esma Nine ise kahkahalarla gülüyordu. Hanife’yi fark eden Esma Nine, “Nooldu kız? Yoksa sen de mi istiyon?” deyince, Halil ile ikisi kahkahalarla gülmeye başladılar. Hanife, ikisinin de ellerinin ters dönmüş olduğunu, dehşet içinde fark etti. Duvara yapışıp kalan Hanife, anlık bir refleksle, dışarı çıkması gerektiğini anladı. Ama dışarıda Hasan onu bekliyordu! Üzerine bir şey giymeye dahi tenezzül etmeden, evin arka odasına doğru koşmaya başladı. Ev, şimdi kapkaranlıktı. Göz yordamıyla, olabildiğince hızlı şekilde ilerlemeye çalışırken, bir şeye takılıp, yere düştü Hanife. Takıldığı şey, herhangi bir eşya, ya da onun gibi bir şey değildi. Nefes nefese neye çarptığını görmeye çalışırken, çakan şimşeğin ışığında, Zişan ve Ayşe’yi gördü: İkisi de yerde oturmuş, tek bir noktaya bakıyordu. Sürekli ileri-geri sallanıyorlardı. Onların gözleri de bembeyazdı. Hanife, aklını kaçırmamak için direnirken, çakan ikinci şimşeğin ışığında, yerlerin kan gölüne dönüşmüş olduğunu gördü. Zişan ve Ayşe, örgü şişlerini birbirlerine saplamışlardı. Zişan’ın bilekleri kesilmişti, Ayşe’nin karnından çıkan bağırsakları da onunla birlikte halıda sallanıyordu. Mırıldandıkları şarkımsı şey, Hanife’nin düğününde söyledikleri gelin şarkısıydı. Dehşete kapılan Hanife, kendini toplayarak, evin bitişiğindeki ahıra doğru koşmaya başladı. Evden daha yüksek olan ahırın tepesine çıkıp, avazı çıktığı kadar bağırırsa, öteki mahalleden birilerinin geleceğini düşünmüştü. Son umudu buydu. Ahıra vardığında, hemen merdiveni dayayıp, üzerine de şalını giydi. Gaz lambası yakmak için eğildiğinde, yemlik tarafından gelen homurtuları duydu. Homurtular giderek yaklaşırken, Hanife de gaz lambasını yakmıştı. Homurtular, inek pisliğinin oradan geliyordu. Lambayı o yöne tutan Hanife, Cemal’i iştahla inek pisliğini yerken gördü. Cemal, insanlıktan çıkmış gibiydi. Pisliği yerken, tuhaf, anlaşılmaz bir dilde bir şeyler sayıklıyordu. Teni, çürümüş gibiydi; öylesine beyazdı. Cemal, Hanife’yi fark edince, sırıtarak, ayağa kalktı. Her yeri pislik içindeydi, Hanife’ye bakarak, o tuhaf lisanda bir şeyler söyleyerek, Hanife’ye doğru ilerledi. Yaklaştıkça, gözlerinin feri sönüyor, aynı diğerlerininki gibi beyazlıyordu. Hanife, Cemal’in sendelediğini fark etti, bacakları ters çevrilmişti. Hanife, çığlığı basarak, merdivenden yukarıya tırmandı. Şimdi, ahırın tepesindeydi, köyün uçtaki diğer mahallesinin evleri zar zor seçilebiliyordu. Fırtına öyle şiddetliydi ki, Hanife, dengesini kaybedip, düşecek gibi oldu, ama sonra tekrar ayağa kalktı. Korkudan, üzüntüden ve panikten dolayı bağıramıyordu. Sesi boğuk çıkıyordu. Sonra arkasından ona yaklaşmakta olan silueti fark edince, daha esaslı bir çığlıkla geriye döndü: Gelen, Hasan’dı. Üzerindeki toprak, yağmurda çamura dönüşmüştü. Sürünerek ilerliyordu. Girdiği bu borcun karşılığını vermek için geri “gönderilmişti”, Hanife, onun en kıymetlisiydi. Ve borcun ödenme zamanı gelmişti. “Hayır!” diye bağırdı Hanife. “Hayır!”. Hanife, çatının ucundaydı, gidecek veya kaçacak yeri kalmamıştı. Bağırmak da faydasızdı. Hasan, yaklaşarak, elini Hanife’ye uzattığında, evin avlusundan ürkütücü sesler duyuldu. Tüm ağaçlar, ev ve orada bu olaya şahit olan ne varsa, sanki bunu duymuş gibiydi. Hanife, bu ürkütücü sesin geldiği yere baktığında, köyün imamının orda olduğunu gördü. İmam, “Bre deyyus! Defol!” diye bağırarak, daha yüksek sesle okumaya başladı. İmamın sesi, yukarıya ulaşınca, Hasan’ın çamurlu eli, havada kaskatı kaldı ve bastığı tavan çöktü. Hanife, fırtına ile daha da büyümüş olan dereye baktı. Ve gözünü karartarak, dereye atladı…

Ertesi günü, ağır yaralı bulunan Zişan ve Ayşe, köylünün çabalarıyla hastaneye yetiştirildi. Cemal, baygın haldeydi; köy halkı, Halil’i Esma Nine ile o vaziyette görünce, dehşete kapıldı. Halil, bilinci yerine geldiğinde, hayal meyal o geceyi hatırlamaya devam etti, sonra karısı Ayşe henüz iyileşmeden, evde kendini asarak, intihar etti. Esma Nine ise, hastaneden çıkar çıkmaz, İstanbul’daki torunu tarafından alınarak, İstanbul’a götürüldü. Hasan’ın ablası Ayşe, iyileştikten sonra, kocasının başına gelenlere fazla dayanamadı ve uyku hapı içerek, hayatına son verdi. Süleyman, o geceden sonra, köyü ve Zişan’ı terk edip, gitti. Kimse de bir daha görmedi. Cemal ise, köy muhtarının telkinleri ve desteği ile bir sürü hocaya göründü. Sonunda kuvvetli ve imanlı bir hocanın yazdığı muska sayesinde, o da derman buldu. Hanife’yi de, o sırada arabasıyla dere yolundan geçmekte olan başhekim bulmuştu. Kız, dere boyunca sürüklenmiş, yaralanmıştı; perişan haldeydi. İmamı ise, kimseler görmedi. Evi bomboştu, eşyaları bile duruyordu…

Selma'nın tüm bu anlattıklarını duydukça, içimdeki hayret ve şaşkınlık daha da artıyordu. Hanife adındaki bu güzeller güzeli kızın böylesine ağır bir vakaya dönüşmesinin ardındaki gerçekler, tamamen bilimin açıklayamayacağı bir dizi metafiziksel ve para normal olaylara dayanıyordu. Selma'ya teşekkür edip, Hanife'yi iyileşir iyileşmez buraya getireceğime dair söz verdim. Cemal de, arabamı kuyu gibi olmuş köy yolundan çıkarabilmişti sonunda. Vedalaşırken, köyün muhtarı ve Cemal, köyün çıkışına kadar beni takip ettiler ve bundan başkalarına bahsetmesem "daha iyi" olacağını söyleyerek beni yolcu ettiler. Yolda, tüm bunları başhekime mantıklı şekilde nasıl açıklayacağımı düşündüysem de, aklıma hiçbir şey gelmedi. Hastaneye vardığımda, başhekim, beni yeniden gördüğüne sevinmişti; ama endişeli bir hali vardı. Sebebini sorduğumda, Hanife'nin durumunun daha da kötüye gittiğini, artık hiçbir tedaviye (şok tedavisi dahil olmak üzere) karşılık vermediğini söyledi. Hanife'yi hemen görmek istediğimi söyledim. Odasına girdiğimde, Hanife'nin sırtı dönüktü. Selma'nın anlattığı gelin şarkısını fısıldayarak söylüyordu. "Hanife? Sana Selma'dan selam getirdim. Şimdi nasılsın?" diye sorduğumda titreyerek durdu. "Selma... Selma he?" dedi. "Evet, Selma. En yakın arkadaşın." diye yanıtladım. Kıkırdamaya başlamıştı. "Hanife?" deyince, "Borç ödendi dohtor." dedi ve yüzünü döndü. Kucağında, Hasan'ın çerçeveli resmi vardı. Gördüğüm son şey, kesik kesik yanan floresan ışığında, Hanife'nin kıpkırmızı gözleri ve ters dönmüş ayaklarıydı.

(Yeşilçam'a durulmuş ufak saygı duruşunu bulana on puanlık aferin.)

İncir Dibi

                  -İNCİR DİBİ-

“Aşk, görülemez, ancak hissedilebilir. Tutkusu kadar, derdi de pek lezzetlidir. Ama sevgili de görünmüyorsa, ziyadesiyle endişelenme vaktidir.”
Halen daha aklım almıyor. Bunları deli saçması sanabilirsiniz, ya da boş konuştuğumu düşünebilirsiniz. Diğer herkes gibi. İşin kötüsü, bu olayı yaşadıktan sonra, doğru bildiğim ve gördüğüm ne varsa, hepsi gözüme daha farklı görünmeye başladı. O gün, sırf eğlenmek için yaptıklarımız, aklımızın yitmesine, normal, sakin hayatlarımıza mal olacaktı. Ama en kötüsünü, (ya da en hazinini) Ercan yaşayacaktı…
Ercan’la dostluğumuz lisenin son sınıfında başlamıştı. Ercan, esmer, beyaz tenli, renkli gözlü ve oldukça şişman bir çocuktu. Teknolojiye çok ilgili biriydi; iyi derecede bilgisayar kullanmayı biliyordu. Sadece bununla da kalmıyor, teknolojik olan her türlü cihazı (canı sıkıldığında bazı cihazları en küçük parçalarına kadar ayırıp, sonra tekrar toplardı.) şaşırtıcı şekilde iyi kullanabilen bir çocuktu. 4 yaşındayken bütün bilgisayar komutlarını bildiğini bizlere kasılarak anlatırdı. Çok cana yakın, iyi niyetli biriydi. İçinden kötülük geçmeyen o “iyi” insanlardandı Ercan; tanışmamız da yine benzer bir konuyla ilgiliydi: Ercan, bilgisayar korsanlığına merak saldığı günlerde, bilmeden, mahalledeki kabadayılardan birinin Facebook adresini ele geçirmişti. Buna istinaden, mahalle kabadayıları tarafından kötü şekilde dövüldükten sonra, bizim sürekli gittiğimiz cafeye gelmeye başladı. Buraya gelmesinin sebebi, yandaki kıraathanenin sahibinin aile dostları olmasıydı. Kapıdan içeri girdiğinde, kendini güvende hissediyordu, tüm bedenine rahatlama geliyordu, bunu anlayabiliyorduk. Yalnız olmayı çok severdi, hatta onu da zorla götürdüğümüz kır pikniklerinde yanımızdan ayrılır, uzun bir süre gelmezdi. Suskun biri değildi, ama bizim konuşmalarımız, gündelik sıkıntılarımız, okul, üniversite ve dersler, gelecek planları ya da dedikodular, onu ilgilendirmezdi, bunları konuşmayı çok yavan bulurdu. Ona sorulsa, tüm gününü odasında bilgisayarıyla geçirebilirdi. Biz ise, onun içindeki saf iyi niyeti görebildiğimiz
için, onu da arkadaş grubumuza dahil etmiş, onu da bizden biri olarak saymıştık. Bir akşam, bulunduğumuz ilçenin dışında kalan bir balık lokantasındayken, Ercan’ın gözü, uzun saçlı birine takılmıştı; ilgisini gizlemek için her şeyi yapıyordu, ama hareketleri, onu ele veriyordu: Ercan, Ferhan’ın sevgilisi Merve’nin kuzeni Gözde’yi kaçamak bakışlarla kesiyordu. Gecenin sonunda Gözde’yi sigara içerken yalnız yakalayan Ercan’ın, Gözde’yle konuşması ve akabinde Gözde’nin Ercan’ın yanaklarını sıkarak gülmesi, ardından konuyu tüm gruba anlatması ve Ercan’ın ne kadar “sevimli” olduğu konusunda mutabık kalmamızla, Ercan’ın morali oldukça bozulmuştu. Ercan, içine kapanık erkeklerin kronik sıkıntısını yaşamaktaydı. Ercan’ın kızlarla iletişimi neredeyse yoktu. Hem aşırı kilosu, (kilosunu korkunç şekilde saplantı yapmıştı) hem de sosyal tecrübesizliğinden bir yerlerde bir şeyler mutlaka ters gidiyordu. Ercan, zamanla bu durumu da kabullendi. Kendi kurduğu dünyasında mutlu olmaya çalışıyordu. Aslında çirkin bir çocuk değildi, birazcık kilosuna dikkat etmesini, spor salonuna yazılmasını söylediysek de, dinlemedi. İnsanların onu olduğu gibi kabul etmesini istiyordu ısrarla. Sosyal ilişkilerinde şansı hiç yaver gitmiyordu. Bununla birlikte şahsına münhasır ve yerine göre kibirli sayılabilecek kadar mağrurdu. Gözde ile yaşadığı kötü tecrübeden dolayı, başta ben olmak üzere, Ercan’ı yalnız bırakmamaya çalışıyorduk. Klişe teselli cümleleri ve biraz da alkol terapisi ile Ercan, Gözde’yi yavaş yavaş unutuyor gibiydi, hatta ileri günlerde neşelenmeye bile başlamıştı. Toplanırken, aramıza kızları almamaya çalışıyorduk. Ercan, kız arkadaşım Özge’nin ona “kız ayarlama” tekliflerini nazik ve vakur bir biçimde “reddediyordu”. Sonraki haftasonu, her zamanki gibi toplanıp içmek ve kıyak kafayla hayata dair bilgece çıkarımlar yapmak için bir araya gelmiştik. Tabii ki Ercan da gelecekti. Gözde’yi unutmuştu artık (ya da onunla ilgili şeyleri uykuya yatırmıştı). Gideceğimiz gün, sözleştiğimiz mekanda toplandık ve ilçenin çıkışında kalan köye doğru sürdük arabamızı. Burası, mahallenin aksi istikametinde kalan bir köydü. İlçeden çıkıp, ormanlık alanın içindeki yoldan kah hızlı, kah yavaş seyirde gidiyorduk. Moralimiz yerindeydi. Kerem’in bitmek tükenmek bilmeyen ısrarları sonucu (sigarası bitmişti) köyün girişindeki kahvede durmuştuk. Hem yiyecek bir şeyler de almamız gerekiyordu. (Süleyman, halihazırda oldukça içmiş olduğu için arabayı az kalsın öndeki
çeşmeye vuracaktı.) Arabadan inmemizle, oturan ihtiyarlar, bizi alaycı gözlerle süzmeye başladılar. (Onlara göre şehirde yetişmiş zibidilerdik) Alkol alacağımızı anlamışlardı ve bu, köy gibi ufak yerleşim yerlerinde katiyen tasvip edilen bir şey değildir. Kapı önünde oturan adamlardan birisi sordu:
-“Nereye gidiyonuz böyle gençler?”
Süleyman cevap verdi: “Merhaba dayı. Birkaç arkadaş toplandık öyle, yukarıdaki tepeye gidiyoruz.”
-“Hangi tepe bu?”
-“Şu köyün yukarısındaki. Güzdil Tepesi miydi, öyle bişeydi galiba.”
Tepeden bahsedince, bize soran adam dahil, tüm kahvedeki ahalide gizli bir sessizlik hasıl oldu. Konuşmalar devam etse de, ortamın havası değişmişti. Adam, dönerek,
“Kemal ağabey, bak bu gençler Güzdil Tepesi’ne gidiyormuş, nereydi yolu? Sen eyi bilirsin burları. Gençler kaybolmasın.” dedi gevrek gevrek gülerek.
Şişman, saçları beyazlamış, ve pala bıyıklı bir adam, kahvenin en uç kısmında oturuyordu. Tespihini kavrayarak;
-“İlla gideceniz mi tepeye? Yapcak başka şey bulamadınız mı la? Akranlarınızın elinden telefon düşmüyor, hepsi köyden gaçıyor, siz köye geliyonuz. Valla devir değişmiş Hasan.” dedi yanındaki diğer adama. Adam da onaylar şekilde başını salladı.
-“Hele bi oturun bakim, bir tanıyalım sizi, kimlerdensiniz? Receeep, beş çay, bu gençlere herif çayı içirelim!”
-“Hemen geliyor Muhtar Emmi!”
Çaylar geldi. Muhtar, bizlere kimlerden olduğumuzu, ne okuduğumuzu sordu. Güzel bir sohbetti, aramızdaki buzlar erimiş gibiydi. Hatta köyde Furkan’ın uzaktan akrabalarını bile bulmuştuk. Çaylarımızı içtik, daha sonra Muhtar, alakasız bir anda buradaki tepede eskiden Bizanslıların yaşadığını, eskiden “açıklanamayan” olayların yaşandığını anlattı. Hatta, komşu köyün içinden geçen derenin uğursuz olduğunu, Kurtuluş Savaşı zamanlarında o derenin yolundan geçenlerin çarpıldığını anlattı bizlere. Belli etmek istemesek de,
adamın anlatışından ve konunun buraya bir anda gelmesinden ürpermiştik. Muhtar, sözünü bitirdi, ailemize bol bol selam iletti ve geç vakte kalmamamızı tembihledi. Furkan’a da buraya daha sık gelmesini özellikle söyledi. Arabayı çıkarırken, Muhtar, tuhaf bir sırıtışla bize bakmaktaydı. Muhtarı gören Süleyman, arabayı patinaj çektirerek kaldırdı ve hızla ilerlemeye başladık. Bir kez daha arkama baktığımda, muhtarın, kahvenin önünde dikilerek, gözlerindeki garip parıltıyla arkamızdan sırıtırarak bakışını gördüm. Tüylerim diken diken olmuştu.
Tepenin yanındaki köy yoluna arabayı park ederken, güneş, yavaş yavaş tüm kızıllığıyla kaybolmaktaydı. Tepe başındaki ağaç, çok büyük bir zeytin ağacıydı. Belki de çevre köylerdeki en büyük ağaç olabilirdi. Diğer komşu köylerin hepsini, bu tepeden görebilmek mümkündü. Kasa ile aldığımız biraları yüklenerek, ağacın olduğu tepeye doğru ağır aksak çıkmaya başladık. Ağacın dibinde büyükçe bir ateş yaktık, ve yanımızda getirdiğimiz katlanır sandalyeleri ateşin etrafına yerleştirip, koyu bir muhabbete giriştik. Kerem, ciddi ilişkisinin rutine bağladığını söylüyordu. Furkan, gittiği mekanda tanıştığı hafifmeşrep kızla çekilmiş resimlerini gösteriyor, Süleyman ise, arabasının balatalarından gelen sese anlam veremiyordu. Bense yazdığım kısa metrajlı film senaryolarından bahsediyordum. Ercan, arasıra lafa katılsa da, söylediği şeyler, grubun kalanının pek de ilgilendirmiyordu. Her nasılsa, Furkan’ın aklına, köy muhtarının anlattıkları geldi:
“-Köy periliymiş, duydunuz di mi lan!?”. Kerem cevap verdi:
“-Ben daha periliyim oğlum ehehe.”
Süleyman, tedirgin olmuştu. Çevre köy ve kasabalardan tanıdıkları çok olduğu için, bu köy ile ilgili bazı hikayeleri duymuştu. Dışarıdan hiç de öyle görünmese de, böyle şeylere inanırdı. Ercan’sa, inanmak şöyle dursun, Yörük kökenli babannesi ve dedesinden dinlediği öykülerden dolayı, bu tip şeylere ilgi bile duyuyordu. Kerem, dedesinin anlattığına göre, buradaki köyde yaşanan yasak bir aşk sonucu işlenen cinayette parmağı bulunan yaşlı bir adamın, köy halkı tarafından büyücü ilan edildiğini söylemişti. Daha sonra adamın evine yürüyen köy halkı, adama türlü işkenceler yapıp, evini de ateşe vermiş. Adam, esir
tutulduğu ahırın zemini eşeleyip, bilinmeyen bir dilde bir şeyler mırıldanarak, eşelediği çukura bir zeytin çekirdeği atmış. Ve sabah vakti, köylüler gözlerine inanamışlar. Çünkü devasa bir zeytin ağacının ahırı paramparça ederek, yükseldiğini görmüşler. Ağacın dibinde de adamın cesedini bulmuşlar. Sonraki zamanlarda bu ağacı her kim kesip, yakmak istediyse, başına akla gelmeyecek felaketler gelmiş. Ve köy halkı, geceleri “rahatsız” edilmeye başlanmış. Köylüler, köyün imamını da alarak, ağacın yanına gittiklerinde, henüz birkaç saniye içinde imamın kafasının üç kere sırtına kadar döndüğünü, tuhaf bir dilden kıkırdayarak bir şeyler söylediğini ve ağzından siyah bir sıvı boşaldığını görünce, koşarak orayı terk etmişler. En sonunda bunun büyü işi olduğunu, adamın intikam için bu ağacı buraya diktiğini ve ağacın kalkmayacağını anlamışlar ve köyü şimdi olduğu yere taşımaya karar vermişler. Kalanlar da korkarak şehirlere göç etmiş.
Bu hikaye, ortamı gerdiği kadar, gizemli hale getirmişti. Herkes, hikayeye inanmıyormuş gibi yapmaya çalıştıysa da, içten içe hepimiz tedirgin olmuştuk. Çünkü tam da bahsedilen ağacın dibinde oturmuş, içki içmekteydik. Furkan, ayağa kalkarak;
“-Hurafe lan bunlar hurafe,” dedi ve silah patlaması gibi geğirerek, işemeye gitti. Kerem ve Ercan da onu takip etti. Üçü de, ağacın biraz yamacındaki fındıklığın içinde kayboluyorlardı. Belli belirsiz şırıltılar duyuldu tarladan. Süleyman ve ben de, etrafı toplamaya başlamıştık. Furkan ve Kerem, işlerini bitirmişti. Furkan, sırıtarak, bir sigara yaktı. O anda Ercan’ın bağırışını duyduk. Ve sesin tonu, katiyen şaka içermiyordu. Koşarak yanına gittiğimizde, Ercan’ı bir incir ağacının altında, acı içinde bacağını tutarken gördük. Küfürler savuruyordu:
“-Ananı avradını s….im ananı avradını!!”
“-Oğlum, n’ooldu lan?”
“-Ebenin .mı oldu, kör müsün a….na koyayım?! Bacağım döndü işte! Off bacını s….yim ya!!”
“-Nası oldu oğlum?
“Ya kardeş! İşerken rüzgar esti, ben de soğuktan hafif büzüldüm. Önüme gelmesin diye eğileyim dedim, ayağımın altındaki toprak kaydı, a….nı astarını s….yim!”
Bacağın durumu kötüydü. Hemen Ercan’ı kaldırıp, çabucak hastaneye götürdük. Doktor, bir müddet basamayacağını, ama düzeleceğini söyleyerek, bizi rahatlattı. Ama Ercan’ın bağırmaları, onu eve bırakırken de devam etmekteydi. Mahallede Ercan’ın sinirle savuşturduğu küfürlerine ve bağırışlarına dayanamayan karşı komşu Fatma Nine, camı açıp, bizi bir güzel azarlamıştı:
“-Bu ne ses be?! Ulan kazık kadar herif, utanmıyor musun gecenin köründe kabadayı gibi bağırmaya?!” Fatma Nine, mahalledeki kıraathanenin sahibi Sait Abi’nin annesiydi. Balkanlardan buraya göçmüş, bilge ve vakur duruşlu bir kadındı. Onu gören herkes, delici bakışlarından kurtulamazdı. Kerem, “Moruk psikopat galiba” demişti ilk kez Fatma Nine’yi gördüğünde. Şimdi de “Oğlum bu karı uyumuyo mu lan hala?” deyivermişti Fatma Nine’ye. Bağırışları ve küfürleri eksilmeyen Ercan’ın bu “ufak” kazası, kendi salaklığı da olsa, Kerem’in anlattığı öykünün tesiriyle bizi oldukça korkutmuştu.
İlerleyen haftalarda, yazın da gelmesiyle birazcık birbirimizden uzaklaşır gibi olmuştuk. Ama canımız çok sıkıldığında telefonda konuşup, tekrar bir araya geliyorduk. Ama Ercan, çoğunlukla gelmemeye başlamıştı. Artık iyileşmişti. Gelse bile, fazla kalmıyor, hemen gerisin geri evine gidiyordu. Artık eskisi gibi de konuşmuyordu; sürekli heyecanlı, ama mutlu bir hali vardı. Tavırlarını tuhaf bulsak da, yüzü gülüyordu; bu da bir şeydi.
Yaklaşık bir hafta sonra, Kerem ve Süleyman ile kafede otururken Ercan’ların kapı komşusu olan Haluk geldi. Bize selam verip,
“-Duymadınız mı beyler?” diye şaşkınlıkla sordu. Ciddi bir şey olduğunu sanarak telaşlanmıştık. Ne olduğunu sorduğumuzda,
“-Tevfik Amca felç geçirdi. Şimdi hastanedeler. Nasıl duymadınız?” dedi.
Tevfik Amca, Ercan’ın babasıydı. Bunu duyar duymaz, üçümüz de ayağa fırlayarak hastanenin yolunu tuttuk. Ercan’ın annesi Melahat Teyze’yi koridorda akrabalarıyla birlikte otururken bulduk. Ercan ise ortalarda yoktu. Melahat Teyze’nin yanına gidip, geçmiş olsun diyerek, olanları sorduğumuzda, bize, Tevfik Amca’nın abdest almak için tuvalete girdiğini, girdikten birkaç dakika sonra acıyla bağırarak düştüğünü, yardım istediğini söyledi. Ercan’ ı sorduğumuzdaysa,
“-Gitti evladım. Tevfik amcanın bağırmasıyla, o da bağırarak bir şeyler söyleyip, gitti ama anlamadım. Allah bilir nereye gitti.” dedi yorgun yüzüyle. Tam o anda doktor, kapıya çıktı. Tüm kalabalık, heyecanla doktorun ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu. Doktor,
“-Tevfik Bey, iyi merak etmeyin. Ama geçirdiği felç, vücudunun sol tarafını ve çenesini vurmuş. Maalesef, sol kolunu oynatamayacak. Bacağı hala tepki veriyor. Bir de konuşması bozulabilir. Geçmiş olsun.” dedi.
Kalabalıktan “oh” sesleri yükseliyordu. Tevfik Amca iyiydi. Biz ise, Ercan’ı arıyorduk, ama telefonu cevap vermiyordu. Gidebileceği yerlere de bakmış, ama bulamamıştık. Melahat Teyze, şimdi Ercan için endişelenmeye başlamıştı. Polise haber verildi. Ben ve Kerem ise, belki gelebilir umuduyla geç saate kadar buluştuğumuz kafede oturmuştuk. En sonunda, biz de umudumuzu kesip, evlerimize dağılmıştık. Babam ve annem de, Melahat Teyze’yi arayıp, geçmiş olsun demişlerdi. Ercan’la ilgili kötü bir şey duymamak umuduyla uykuya zar zor dalmıştım. Sabah ezanı okunurken gelen telefon, beni yatağımdan sıçrattı. Ercan’dı arayan. Tüm geceyi, ilçenin dışındaki köye yakın bir yerde bulunan barakada geçirdiğini söyledi bana. Bu baraka, Furkan’ın ağına düşürdüğü kızlarla “daha rahat” olabilmek için gittiği, ahırdan bile daha kötü durumda
olan bir kulübeydi. Yerde serili eski ve pis bir yatak, kül tablaları ve bizden kalan içki şişeleri bulunmaktaydı. Arabayla barakanın olduğu yere gittiğimde, Ercan, ortada yoktu. Etrafa bakınırken, birinin şiddetle cama vurmasıyla yüreğim ağzıma geldi. Ercan’dı. Üstü başı kir içindeydi, ama tuhaf şekilde sırıtmaktaydı. Onu evine götürdüm. Zavallı Melahat Teyze, Ercan’ı gördüğünde koşarak ona sarıldı. Ağlamaya başladı. Ercan’ın yüzü kızarmıştı. Yaptığından utanmış gibi bir hali vardı. Onları bırakıp, eve geri döndüm.
İki hafta kadar yattıktan sonra, Tevfik Amca, taburcu olmuştu. Melahat Teyze, Tevfik Amca’ya iyi geleceğini düşünerek, Ereğli’deki akrabalarıyla konuşmuştu ve bir müddet orada kalacaklardı. O gün, il merkezine sinemaya gidecektik. Arabayla Ercan’ların evinin önünden geçerken kapının önünde gördüğümüz valizler ve evin içinden gelen bağırışlar dikkatimizi çekmişti. Arabayı durdurdum. Bağıranlar, Melahat Teyze ve Ercan’dı. Ercan, rica eder bir ses tonuyla;
“-Anne, neden anlamıyosun? Bişey olmaz, koskoca adam oldum, ben kendi başımın çaresine bakarım. Hem bişey olursa Filiz teyzelere giderim, Ali de orda?”
“-Allah’ın cezası, bütün huzurumuz gitti, sen kalkmış bana ne diyorsun?! Melek teyzenle konuştum bile, bu evden gidiyoruz, bize uygun ev bakacaklar Erdek’ten. Burada daha bir dakika durmam, sen de bizimle geliyorsun.”
“-Anne, bu ev bizim. Erdek’te bizim ne işimiz olur? O zaman siz her şeyi ayarlayın, beni ararsınız, ben arkanızdan gelirim.”
“-Saçma saçma konuşup, beni zıvanadan çıkarma Ercan! Ailen başka yerdeyken senin tek başına serseri gibi ne işin var buralarda?! Zaten kafayı sıyırmana az kaldı evladım, bi de bu evde kal, yarım aklın da gitsin he mi çocum?!”
“-Bana sürekli böyle deyip durma! Siz istediğiniz kadar konuşun, ben gelmiyorum Erdek’e falan. İstediğiniz yere de gidebilirsiniz, beni sürüklemeyin.”
Tevfik Amca, yamulmuş ağzıyla, “Bırakh bu ejjeoğlu ejjeği Melahat, zaten olanların bu itle bi ilgisi var. Kimbilir bilmediği ne boklar karıştırdı. Ne hali varsa görsün!” dedi.
Melahat Teyze, Ercan’ın bu sözüne kızmıştı. Kaşlarını çatarak,
“-Ne bok yiyosan ye!” diye bağırarak telefonu açtı ve taksi çağırdı. Tüm bu olanları arabanın içinden izlemekte-dinlemekteydik. Melahat Teyze, Tevfik Amca’yı da taksiye bindirmeye çalışıyordu. Bir anda Fatma Nine, odasının camından başını uzatarak “Senin oğlan gitti Melahaat!” diye bağırınca, Melahat Teyze’nin kanı çekilir gibi oldu. Hızla arabaya binerek kapıyı sertçe kapattı. Fatma Nine, delici bakışlarını Ercan’a doğrultmuştu. Ercan, yaptığı ortaya çıkmış bir suçlu gibi utanarak, hemen içeriye girdi ve kapıyı kapattı.
Taksinin hızla ayrılmasının üzerinden bir hafta geçmişti. Ve bu bir hafta boyunca Ercan, ne aradı, ne de sordu. Sokakta da görememiştik. Babam dahi, kahveden gelirken evlerinin kapısını çalıp, seslenmiş, lakin Ercan’ın “neşeli” bağırmaları haricinde bir şey duyamamış, eve gelmişti. Dördüncü günün sonunda, geceyarısına doğru, Süleyman, beni arıyordu:
“-Şu salaktan hala haber yok Ali. Gidip şuna bakalım, ne yiyor, ne içiyor?”
Yarım saat sonra Ercan’ların evinin kapısında buluştuk. Ev, dünyanın sonu gibi görünüyordu; öylesine sessizdi. Pencereleri, esen rüzgarda acı acı gıcırdıyor, adeta konuşuyor gibiydi: Ev, sanki vakur bir ifadeyle tepeden ikimize bakıyordu. Kapıyı çaldık. İçeride en ufak bir ışık dahi yoktu. Sokak lambalarının sürekli gidip gelen cılız ışığı olmasa, birbirimizi dahi göremeyecektik. Kapıyı
ikinci çalışımızda, Ercan, kapıyı oldukça yavaş bir şekilde açtı. Uykudan kalkmış gibi bir hali vardı, büyüğünden tokat yemiş çocuk gibiydi.
“-Hayırdır beyler bu saatte?” dedi.
“-Hayrı mı var lan s…ik, günlerdir nerdesin sen? Ne yiyip, ne içiyosun? İnsan bi arar, sorar. Ölüp, gebersen anlayan olmayacak a…na koyayım!” diye çıkıştı Süleyman.
“-Tamam beyler, ben iyiyim, bişeyim yok.” deyip, kapıyı kapatacakken, kapıyı açması için zorladım.
“-Ya tamam kardeşim, teşekkür ederiz, eksik olmayın, eviniz yok mu sizin, s…tirin gidin a…..na koyayım” diyerek, bizi savsaklamaya çalışınca, kızıp, kapıya yüklendim ve içeri girdik.
Ercan, ısrarla bizi dışarı çıkarmaya çalışıyordu:
“-Ya defolun gidin arkadaş, zorla giremezsiniz buraya, yeminle polis çağırıcam şimdi bak!” deyince, Süleyman,
“-Has….tir lan y…..am! diye bağırıp, ışıkları açtı. Evin halini görünce şaşırmıştık. Çünkü ev, ahır gibiydi, hatta Ercan’ın gecelediği o yıkık barakadan bile daha kötü durumdaydı. Her yer pislik içindeydi ve dayanılmaz derecede kötü bir koku, tüm evi kaplamıştı. Evin koridorunda çöpler, bez parçaları vardı. Yerlerdeyse bulgur, şehriye, (muhtemelen pişirmeye çalışıp yapamamıştı) cips ve ekmek kırıntıları vardı.
Süleyman, “-N’olmuş lan buraya?!” demeye kalmadan üst katta, boğuk ve tiz bir çığlığa benzer bir ses ve kapıyı yumruklayan bir şeyin sesini duymamızla olduğumuz yere çivilenmiştik. Ercan’ın olduğu yere dönüp baktığımızda, Ercan orada yoktu. Yukarıdan gelen kapı sesleri artmaya başlamıştı. Ben, bu sesin bir hırsızdan gelmeyeceğine emin olmuştum, ama Ercan’ı burada bırakamazdım.
Süleyman’la ellerimize birer sopa alarak, korka korka yukarı çıkmaya başladık. Sesler, Ercan’ın odasından geliyordu, ama Ercan ortada yoktu. Yavaş yavaş merdivenleri çıkarken, bağırtıların içinde değişik ve tuhaf bir dilde bir şeyler haykırıldığını duyduk. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, gördüğümüz manzara, aklımızı yerinden edecekti: Ercan, koridorun tavanına yapışmış haldeydi. Eklemleri ters dönmüştü, karanlığın içinden bize sırıtıyordu. Geriye doğru seğirtmemizle, Ercan, ortadan kayboldu. Odadaki çığlıklar ve kapı sesleri de kesilmişti. Kapının önünde, ellerimizle sopalarla bekliyorduk, ama içeri girmeye cesaretimiz yoktu. İçerde görmek istemeyeceğimiz herhangi bir “şey”in varlığının ihtimali, kanımızı donduruyordu. Tam bu anda, koridorun diğer tarafında yanan ışıkla aniden irkildik. Daha sonra, Ercan’ın yalpalayarak yürüyen silüetini görünce, kalp atışlarımız daha da arttı. Ercan’ın yüzü görünmüyordu; sadece gözlerindeki korkutucu parıltıyı görüyorduk. Delice bir kahkaha attı ve, “Sizi görüyor beyler” dedi.
“-Bizi kim görüyor?” diye bağırarak sordum. Sesimin titrememesine kendim bile şaşırmıştım. Süleyman, kaçmak için merdivene doğru yönelmişti bile. İkinci kez koridorda dikilen tekinsiz silüete bağırarak sordum:
“-Bizi kim görüyor?”
Ercan, arkamızdaki karanlıktan bir anda fırlayarak;
“-O sizi görüyor! ahhahahaha!” diyerek, çılgın kahkahasını atarken, evin içinde buz gibi bir rüzgar esmeye başladı, tüm eşyalar havalanmış, sanki bir şeyin etkisiyle tutulup kaldırılıyormuş gibi bir o tarafa, bir bu tarafa uçuşmaya başlamışlardı. Süleyman, “Allah!” diye bağırarak aşağıya doğru koşmaya başladı. Ben de onunla beraber evden çıkarken, Ercan’ın odasının kapısının yine yumruklandığını duyuyordum. Aşağı indiğimizde, Ercan’ın karanlık odasında kırılıp, parçalanan eşya sesleri ve Ercan’ın belli belirsiz seslerini duyuyorduk. Sokak köpekleri bile huzursuzlanmış, deli gibi havlamaya başlamıştı. Bize alışık olan ve normalde çok sakin bir hayvan olan mahallenin köpeği Arap bile, kudurmuş gibi havlıyordu. Siyah köpek bir anda gözlerini karşı evin camına dikti. Ve uzun bir müddet kıpırdamadan, evin odasını izledi. Köpeğin baktığı oda, Fatma Nine’nin odasıydı. Fatma Nine, camın dışına kadar sarkmış, yine o “ses”ten gelen tuhaf lisana benzer bir dilde lanet okur gibi bir
şeyleri bağırarak söylüyordu. Sesler kesilmişti. Kısa bir sessizlik anından sonra, bir anda yaşlı kadının nefesi, gırtlağına takıldı ve gözleri çay tabağı kadar açıldı. Evin içindeki fırtına, eskisinden daha şiddetli esmeye başlamıştı ve binanın her yerinden boğuk tıkırtılar geliyordu. Belli belirsiz ışıklar Ercan’ın odasında parlayıp sönüyordu. Fatma Nine, o korkunç yüz ifadesiyle çığlık atınca, ilk önce oğlu Sait Abi, yatağından fırlayıp, ışığı yaktı. Işığın yanması ve diğer komşuların uyanmasıyla evdeki ses de kesilmişti, Fatma Nine’nin bağırışları da. Nasıl bir olayın içinde olduğumuzu kestirememiştik, dizlerimiz titriyordu; olanlara anlam veremiyorduk.
Eve gittiğimde, babam ve annem, yüzümün bembeyaz halini görmüş ve neler olduğunu sormuşlardı. O gece ikisi de uyuyana kadar başımda beklediler. Süleyman da gece uyuyamamıştı.
Ertesi sabah uyandığımda, aşağıdan konuşma seslerinin geldiğini duydum. Yüzümü bile yıkamadan aşağı indiğimde, misafir odasında oturan Tevfik Amca ve Melahat Teyze’yi gördüm. Beni görünce konuşmayı bıraktılar ve halimi hatırımı sordular. Ercan’dan haberleri vardı. Endişeli görünüyorlardı. Aradan oldukça zaman geçmesine rağmen (ve Ercan’ın da açıklanamaz bir durumda olmasına rağmen) evlerine gitmemişlerdi. Babam, Tevfik Amca’ya “merak etmeyin” der gibi başını sallıyor, annemse Melahat Teyze’yle çok gizli bir şeyler konuşuyordu.
Kapı çalındı. Herkes, ayağa kalkarken, annem kapıyı açtı. Gelen, Sait Abi’ydi. Yanında Fatma Nine’yi de getirmişti. Fatma Nine, açıklanamaz şekilde tüm gece Ercan’la ilgili şeyler sayıklamış, ama Sait Abi, bunlara bir anlam verememişti. Fatma Nine’nin bilinçsiz halde Ercan’ın büyük bir tehlikede olduğunu söylemesi ve uyanır uyanmaz Ercan’ı görmek istemesi sonucu, Sait Abi, Melahat Teyze’yi aramıştı. Oysa buna gerek yoktu. Melahat Teyze, Ercan’a olan sinirini unutmuş, Tevfik Amca’yı da alıp eve geri dönmüştü. Ve bu insanlar, şu anda bizim evimizdeydiler.
Oturma odasında bir anda müthiş bir sessizlik hasıl olmuştu. Herkes, Fatma Nine’nin yorgun dudaklarından dökülecek kelimeleri bekliyordu. Babam,
“-Sen odana çık Ali. Biraz ciddi bişey konuşacağız, hadi oğlum.” deyince odama çıkmak zorunda kaldım. Kulağıma kulaklığımı takmış, yatağımda müzik dinliyorken, derin bir inleme sesi duymamla, kalkmam bir oldu. Melahat Teyze’nin ağlayışı, evin içini dolduruyordu. Aşağı indiğimde, babam ve annem, Tevfik Amca ve Melahat Teyze’yi sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Fatma Nine’nin yüzü çok ciddiydi. Gözlerini tek bir noktaya dikmişti. Neler olduğunu sorunca babam,
“- Ercan’da bazı tuhaflıklar olmuş oğlum. Fatma Nine de iyi değil, sonra konuşuruz. Akşam Tevfik Amcanlara gideceğiz, sen de geleceksin.” dedi. Sait Abi, Fatma Nine’yi götürürken, Melahat Teyze kendini paralıyordu. Ercan’da bir tuhaflık olduğunu zaten anlamıştım, hele de o geceden sonra! Ama bu tuhaflığın boyutu neydi? Ercan’daki asıl tuhaflığın sebebi neydi? Ve o gece kapıyı yumruklayıp, çığlık atan şey. Aklıma gelen “bazı” düşünceler tüylerimi diken diken etmişti.
Tüm bu belirsizlik ve soru işaretleri, beni heyecanlandırmıştı. O gün, akşamı zor ettim. Eve giderken, babam, Kerem’i de yanıma almamı söylemişti. Eve vardığımızda, babam, Sait Abi ve Fatma Nine, bizdelerdi. Melahat Teyze ve Tevfik Amca da, komşularında kalıyorlardı. Kimse konuşmuyordu. Yine o tuhaf sessizliğin eşliğinde, hazırlanıp, Ercan’ların evinin yolunu tuttuk. Sait Abi’nin elinde büyükçe bir poşet vardı. İçinde ne olduğunu merak ederek Kerem’le birbirimize baktık. Babam, kapıyı anahtarla açtığında, kapı, büyük bir gürültüyle gıcırdayarak açıldı. Bu seferki koku, öncekinden daha kötüydü. Artık, insan pisliğine benzer kesif bir koku vardı evin içinde. Babam,
“-Ercan? Nerdesin oğl..” demesine kalmadan Fatma Nine, eliyle babamın ağzını tutarak,
“-Sus!” dedi. Babam, şaşkınlıkla Fatma Nine’ye bakıp,
“-Fatma Teyze, istersen Gökyalı’daki Sadullah Hoca’yı çağıralım. Neyse veririz parasını, o ilgilenir bu işle, ne dersin?”
“-Sadullah Hoca’ymış!” diye tısladı Fatma Nine. “Para için kendini şekilden şekle sokar o şarlatan! Şeytan görsün yüzünü inşallah! Onu getirseydiniz, şimdiye çoktan ölmüştünüz!” deyip, Arapça bazı sözler okumaya başladı. Ve bu kelimeler, Kuran’daki ayetlere pek benzemiyordu. Sadece arada Nas suresini okuduğunu çözebiliyordum. O anda, Fatma Nine’nin Balkanlardan ailesiyle buralara göç ettiği aklıma geldi. Fatma Nine, “bu işleri” gayet iyi bilen bir kadındı. Ercan’daki tuhaflığı ve o kapıdaki “şey”in ne olduğunu Fatma Nine ortaya çıkarabilirdi.
Fatma Nine’nin yüzü bir anda değişti. Yüzü, çok sakin bir ifade almıştı. Sessizce evin salonuna doğru ağır ağır yürümeye başladı. Babam ve Sait Abi de şaşkın gözlerle onu takip ediyorlardı. Bizim ise tümden kafamız karışmıştı. Bir filmin içindeymiş gibi hissediyorduk.
Fatma Nine, evin büyük salonuna ilerledi ve ortadaki büyük misafir masasının baş köşesine narin bir genç kız edasıyla oturdu. Yüzünü bize dönmeden; “-Sait!” diye boğuk şekilde seslenince, Sait Abi, poşetteki şeyleri masanın üzerine yerleştirmeye başladı: Masanın etrafına ve evin çeşitli yerlerine mumlar koyup, yakmamızı tembihleyerek minik bir başka poşeti elimize tutuşturdu. Babam da bize yardımcı oluyordu. Mumları yaktıktan sonra Fatma Nine, poşetten büyük bir bakır kabı çıkararak, tam önüne koydu. Yanımızda getirdiğimiz kağıt ve kalemi isteyerek, kağıda ufak ufak Arapça yazılar yazmaya başladı. Hafızasını zorlayarak, unuttuğu yerleri de hatırladı ve kalemi bakır kabın yanına yavaşça bıraktı. Sonra bir muska daha hazırlayarak, sağ avucunun içinde sıkı sıkı kavradı ve bize dönerek;
“-Oğlana ait bişey lazım! Tez bulun getirin! Hemen!” dedi. Kerem ile artık harabeyi andıran evin içinde Ercan’a ait bir şeyler bulmaya çalışıyorduk. Mum ışığını bırakın, normal ışıkta dahi bir şeyler bulabilmek çok zordu. Biz herhangi bir eşya ararken, Sait Abi, bakır kabın içini suyla doldurmuştu. En sonunda misafir koltuklarının arkasında Ercan’ın küçüklük resmini bulan Kerem seslendi: “Buldum!” Fatma Nine, “Getirin!” dedi ve resmi alır almaz bakır kabın içine
attı. Yazdığı ilk Arapça yazılı kağıdı da muska şeklinde katlayıp, kaptaki suya bıraktı ve Arapça bazı sözler mırıldanmaya başladı. Babam ve Sait Abi, içlerinden bildikleri tüm duaları okuyorlardı. Artık gizlemeye çalıştıkları korkuları galip gelmiş gibiydi. Ercan ise, hala ortalarda görünmüyordu. Fatma Nine, sözleri okurken hızlanmaya başladı, sonra sesini yükselterek bazı şeyler söyledi ve sözünü bitirir bitirmez, odada yaktığımız tüm mumlar aynı anda söndü. Babam ve Sait Abi, yanımızda getirdiğimiz fenerleri yakmaya çalıştılarsa da fenerler yanmadı. Korkumuz, paniğe dönüşmek üzereydi. Korkan Kerem, telefonunun flaş ışığını yakmak için telefonunu cebinden çıkardığında, telefonun sinyal almadığını fark etti. Saat, üçü dört geçiyordu. On saniye kadar sonra, Fatma Nine’nin tam önündeki mum, tekrar alev aldı. Işığı görmemizle, rahatlar gibi olmuştuk, ama gördüğümüz manzara daha da korkunçtu: Fatma Nine’nin gözlerinin karası gitmiş, bembeyaz iki boş yuvarlak haline gelmişti. Titremekteydi. Donuk gözleri, tek bir noktaya bakmaktaydı: Masanın karşı ucunda bir bayan silüeti dikilmekteydi. Arkasındaki pencereden seçildiği kadarıyla, saçları dağınıktı; elleri pençeye benziyordu. Hatları tam belli olmamakla birlikte, sürekli değişiyor, sanki dünyada var olan her insanın şekline giriyordu. O an yaşadığımız korkuyu tarif edecek kelimeleri bulamıyorum. Yüzü, loş ışıkta net görünmüyordu; durduğu yerden bizi izlemekteydi. Bir an kafasını yavaşça yana eğip, kaşlarını çattı. Yine o bilinmez, delirtici lisanda, boğuk bir sesle avaz avaz haykırmaya başladı. Hareketleri, birine, ya da birilerine küfür eder gibiydi. Bilinnmeyen bu “silüet”, tüyler ürperten sesiyle bir şeyler daha söyledikten sonra çığlık atarak Fatma Nine’ye hamle edip, gözden kayboldu. Fatma Nine, hemen ayağa kalktı. Normale dönmüştü, bağırarak Nas-Felak surelerini okudu ve sağ elinde tuttuğu muskayı, kaybolan silüete doğru savurduğu anda, ömrüm boyunca unutamayacağım korkunç bir çığlık koptu ve masanın tam ortasında aniden harlı bir ateş yanmaya başladı. Bir müddet yanan ateşin sönmesiyle, korkunç çığlık sustu ve odadaki tüm mumlar tekrar alevlendi. Fatma Nine, gözlerini açtığında yorgun düşmüştü; olduğu yere yığılacakken, babam ve Sait Abi son anda onu yakaladılar ve salondaki büyük bir koltuğa oturttular.
Fatma Nine, soluk soluğa kalmıştı. Ağzından dökülen cümleler, psikolojimizi yıllarca darmadağın edecek korkunç cümlelerdi: “-Oğlan ecinni kıza kapılmış
Mahir! Ecinni de oğlanı sahiplenmiş. Rayha’dır adı. Oğlan cahillik edip, Güzdil yamacında geceyarısı incir dibine abdestini etmiş Mahir! Diğerleri aklını esir edip çarpacakken yetip, sakınmış oğlanı kendi kabilesinden!” Babamın yakasına yapışmıştı, babam da dehşete düşmüştü, ama korkusunu bastırıyor, Fatma Nine’yi sakinleştirmeye çalışıyordu. Fatma Nine devam etti: “Paylaşmaz oğlanı kimselerle! Anası dahil, çocuğun ailesindeki, yamacındaki avradın vay haline!” deyip, babamı yakasından kendine çekti. Babamın kulağına, “Az kaldıydı Mahir! Ecinniyi yakıp, kül edemedim! Canı yandı, korktu, yel olup gitti uğursuz! Bizim için de gelecek! Hepimiz için gelecek!” dedi ve fenalaştı. Babam, “-Hadi gidiyoruz, gidiyoruz! Çıkın buradan!” dedi ve hepimiz koşarak evden dışarı çıktık. Sait Abi, arabasını evin önüne park etmişti. Fatma Nine’yi arka koltukta bize emanet ederek kontağı çalıştırdı ve uzaklaştık. Tepeye çıktığımız akşam, Ercan’ın dizinin ters dönmesinin ufak bir “sakarlık” olmadığını, evde sürekli Kuran-ı Kerim okuyan Tevfik Amca’nın neden “anlaşılamaz bir şekilde felç geçirdiğini” anlamıştık.
Ertesi sabah, telefonun sesiyle uyandım. Arayan Ferhan’dı. Sesi endişeliydi: “-Abi, Aslanlar Mahallesi’ndeyim, bi gelsene, Merve kötü durumda, çok yalnız kaldım, nolur yanımda ol.” dedi. Neler olduğunu sormak, aklıma bile gelmemişti. Ferhan’ların evinin önünde büyük bir kalabalık vardı. İçeriden ağlama sesleri geliyordu. Koşarak Ferhan’ı bulduğumda bana, Gözde’nin öldüğünü söyledi. “Nasıl olur?” diye sorunca, anlatmaya başladı. Akşam eve geldiğinde Gözde’nin huzursuz bir hali varmış, evde babannesinin okuduğu Kuran-ı Kerim’den rahatsız olup odasına çıkmış. Sonra, geceleyin, yine babannesi tuvalete kalktığında Gözde’yi evin koridorunda ayakta dikilirken görmüş. Gözleri açıkmış ve duvarı izliyormuş. Babannesi uykusunda gezdiğini sanarak, yatağına geri dönmüş. Öyleymiş de. Gözde, bir saat sonra koridorda “birileriyle” konuşarak, evin bahçesine inmiş. Elinde de Ferhan’ın okulda kullandığı maket bıçağı varmış. Ve bahçedeki çeşmenin başında önce iki gözünü oymuş, sonra da gırtlağını boydan boya keserek, kendini öldürmüş. Bunları Ferhan’a anlatan babannesi de ruh gibi olmuş, evin verandasında oturmaktaydı. Merve’nin gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü, bayılmak üzereydi. Kimseyle konuşmuyor, cevap vermiyordu. Şok olmuştum. Daha sonra bu olayın, önceki tuhaflıklarla ilgisi olduğunu düşündüm ve
parçalar yerine oturdu: Gözde, Ercan’ın hoşlandığı kızdı. Gözde, Ercan ile ilgilenmese de, Ercan’ın Gözde’ye olan ilgisi azalmamıştı. Gözde’yi korkunç şekilde öldüren, geçen gece Fatma Nine’nin yakmaya çalıştığı ecinniydi. Ercan’ı Gözde’den delicesine kıskanmıştı.
O günü beraber geçirmemize rağmen, ne ben, ne Kerem, ne Süleyman, ne de Furkan, bu konuları konuşmak istemiyorduk. Büyülü bir tepede, lanetli ve tüm cinleri etrafına toplayan bir ağacın dibinde biraz “fazla” vakit geçirmiştik. Bunun gerçekliği hepimizi dehşete düşürüyor, ağzımızı açmak istesek de bir şey diyemeden ağzımızı kapatıyorduk. Belki de Gözde suçluydu? Ne olurdu ki Ercan’a karşılık verseydi? Ya da ailesindeydi suç belki de? Melahat Teyze, sürekli “yarım akıllı” deyip, belli etmese de, hor gördüğü oğluyla biraz daha ilgilenip, sorunlarına kulak kabartsaydı, belki de bunlar hiç olmayacaktı? Ve artık biz de tehlikedeydik. O şey, uykumuzda, lavaboda, tuvalette, odada, her yerde gelip, bizi bulabilirdi. Artık ölmekten değil, aklımızı kaçırmaktan, deliliğin sınırlarını zorlayıp, benliğimizi kaybetmekten korkuyorduk. Gözlerimizin perdesi kalkmıştı, artık o “şey”i asıl suretiyle görebilmiştik çünkü. O günün nasıl geçtiğini hiçbirimiz anlamadık. O gece gördüklerim, bir an bile aklımdan çıkmıyordu. Babam ve annem de bendeki dehşeti sezmişlerdi, ben yokken aralarında fısıltıyla bir şeyler konuştuklarını duyuyordum. Eve dönerken, o geceki görüntüler geliyordu gözümün önüne; o ecinninin masanın ucunda duruşu, korkunç sesi, Fatma Nine’nin okuduğu o Arapça sözler… Tüm bu düşüncelerimi, Sait Abi’lerin evinin önündeki bağırışmalar dağıttı ve nasıl oldu bilmiyorum, oraya koşmaya başladım. Gittiğimde, babam ve Sait Abi, bir evsizi kollarından tutmuş, sakinleştirmeye çalışıyordu. Yaklaştıkça, o evsizi tanıdığımı fark ettim: O evsiz, Ercan’dı. Ağza alınmayacak küfürler savuruyor, bağırıyordu:”- Sizin sülalenizi s….rim ulan, beni ondan ayıramazsınız!”. Babam, Ercan’a iki tokat patlattı.
“-Ne diyorsun ulan sen?! Aklın gitmiş artık senin! Bi sakinleş, kendinde değilsin, yeter artık!” diyordu. Ercan’ın elinde büyük bir ekmek bıçağı vardı ve üstü başı kan içindeydi! Ercan, Fatma Nine’yi öldürmek için eve gelmişti! Fatma Nine, o akşam ecinniyi yakarak yaralayınca, Ercan da intikam almak için eve kadar gelmeyi göze almış, ama başaramamıştı. Fatma Nine’nin gelini Hatice Abla, onu engellemeye çalışmış, Ercan da elindeki ekmek bıçağını ona savurmuş,
ama sadece kolunu yaralamıştı. Sonrasında Hatice Abla’nın çığlıklarına yetişen Sait Abi’nin çırağı Volkan, eve girip, Ercan’ı bayağı bir hırpalayarak dışarı çıkarmıştı. Olduğum yere kalakaldım. Ercan ağlamaya başlamıştı: “Nasıl kıydınız ulan ona!” Ercan’ın ağzından çıkan son cümle, “Beni ondan ayıramayacaksınız!” olmuştu. Ercan’ı, gelen polis arabasına bindirirlerken, o, hala küfür etmeye devam ediyordu. Babam hemen hazırlanmamı, bir müddet Urla’daki Veysel amcamların yanında kalacağımı söylemişti. Yüzündeki ifade çok tedirgindi, Ercan’a olabilecek şeylerin aynısının bana da olacağını biliyordu. Ayrıca benim bilmediğim, ama onun iyi bildiği bazı şeyler olduğu kesindi. Eşyalarımı hazırladım, istemesem de otogarın yolunu tuttum. Arkadaşlarımla bile vedalaşamamıştım, ne zaman döneceğim belli bile değildi. Telefondan gittiğimi söyleyince hepsi doğal olarak çok şaşırdılar. Urla’daki Veysel amcamın işlettiği mütevazı butik otelde işe başlamıştım artık. Babamı, annemi her gün arıyor, iyi durumda olup, olmadıklarını soruyordum. Arkadaşlarımı da mutlaka arıyor, Ercan’ı da soruyordum tabii.
Yaklaşık 4 ay sonra, Ercan’ın akli dengesi yerinde olmadığı için gözetim altında tutulmak kaydıyla serbest kaldığını öğrendim. Ve Fatma Nine’nin yine bazı hocalardan yardım alarak, dişi ecinniyi dualarla eve kıstırıp, keserek öldürdüğünü de. Ercan’ı sahiplenen Rayha’nın sonu, Ercan’ı daha da delirtmiş. Ercan’ın salınmasından bir hafta sonra, Fatma Nine’nin gece vakti evin arkasındaki büyük çınar ağacına kendini astığını da öğrendim daha sonra. İntikam isteyen Ercan, Gökyalı’daki meşhur paragöz Sadullah Hoca’nın emrindeki tüm ifritleri, Fatma Nine’nin üzerine salmıştı. Bununla da bitmemişti. Başka eve yerleşen Melahat Teyze ve Tevfik Amca da maalesef bu şeytana uymuş canavarın kötülüğünden nasibini almıştı. Fatma Nine’nin kendini asmasının üzerinden daha bir ay geçmemişken, komşuları, Melahat Teyze’yi gecenin üçünde çırılçıplak vaziyette evin arkasındaki fındıklığa doğru kahkahalarla koşarken görmüşler, peşinden gidenler de Melahat Teyze’yi elleri ve ayakları ters dönmüş şekilde bir incir ağacının dibinde kaskatı halde bulmuşlar. Bir hafta sonra da Tevfik Amca, yatsı namazını kılarken evin içinde “birilerinin” koşturduğunu duymuş, ama namazda olduğu için oralı olmamış. Secdeye kapandığı anda üzerine “bir şeylerin” çöktüğünü hissetmiş, kafasını
dahi kaldıramamış secdeden. Olabildiğince namazına odaklanmaya çalışmış, ama korkusu galip gelmiş. Gözlerinden süzülen yaşlara rağmen, içinden duasını okumaya devam etmiş, lakin namazı bitince evdeki “koşuşturmalar” devam etmiş. Bir de kağıt yırtılması gibi sesler duymuş ayrıca. Bu, Tevfik Amca’nın babama hastanede anlattığı son şeylermiş. Babam, Sait Abi ve birkaç kişi daha eve girdiklerinde Tevfik Amca’yı kaskatı bulmuşlar, ama bilinci yerindeymiş. Evin tuvaletine girdiklerindeyse dehşete kapılmışlar: Tuvalette yırtılmış Kuran-ı Kerim sayfaları bulunmaktaymış. Tevfik Amca, fazla dayanamadı. Ercan’sa, bu süreçte ortalıkta dahi görünmedi. Ve şu an karşımda sırıtarak bana bakıyor. Odamda sadece ikimiz varız, bağırıyorum, ama sesimi kimse duymuyor. Ben bağırdıkça Ercan, ters dönmüş ayaklarıyla bana sırıtmaya devam ediyor. Hissettiğim kadarıyla, ölümüm artık çok yakın.
.