6 Aralık 2017 Çarşamba

Anadolu Korku Öyküleri 3 Yılgayak - OKUR GÖZÜYLE İNCELEME

Önceki iki kitabın yarattığı etkiyle birlikte uzun bir bekleyişe başlamıştım: Acaba üçüncü kitap gelecek miydi? 

İlk iki kitabın yazarlarıyla kurduğum temaslar dahilinde, Anadolu Korku Öyküleri 3'ün sadece bir fikir, bir taslak olarak kaldığı söylenmişti bana. Tabii bu esnada ben de boş durmadım; kendi öykülerimi yazmaya başladım. Bana ilham verebilecek şeyleri araştırdım: Gizli ilimler, dini bilgiler, okültizm vs gibi. Gerçekten de güzel ve tam "Anadolu korkusu" tarzında öyküler yazmıştım. Hala da yazmaktayım. Beklenen müjde, en sonunda 2017 ortalarında geldi, sonbaharda da kitabın kendisi geldi. Açıkçası kitabı dört gözle bekleyen tek kişi olmadığımı sonradan anladım ve bu çok hoşuma gitti. Önceki iki kitap gibi Bilgi Yayınevi'nde kitabın ön siparişe açıldığını görmemle beraber, onca işin arasında kartımı çıkardım ve bilgileri girip, "onayla" tuşuna basarken içimden "shut the fuck up and take my money" diye sayıklamış da olabilirim, hatırlamıyorum. İşin bundan sonraki kısmı da oldukça tuhaftı. Kitabın raflara dağıtılacağı gün, halen daha kitapla ilgili bilgi almaya çalışırken, kargodan telefon geldi ve kitabı almaya gittim. Taze taze kitabın bir fotoğrafını çekip Twitter'da paylaşmamla çift taraflı olarak dumurlardan dumurlara sürüklenmiştik: Kitabı, yazarlarından önce almıştım. Sevgili yazarlar, kendi yazdıkları kitabı ellerine alabilmek için bir gün fazla beklediler, bense ilk öyküyü okumuş, Funda Hanım'la ufak bir kritiğini bile yapmıştım. Gönül, İstanbul'da olup, kitabın tanıtımına katılmayı ve severek takip ettiği yazarlarla tanışmayı çok istedi, yalan yok. Ama malumunuz, iş hayatı ve mesafeler, bla bla bla. Ayrıca, şimşek hızı sayesinde, yazarları bile şaşırtan Bilgi Yayınevi'ne gelsin tüm alkışlar. Evet. Kitap taze bitti, hemen yorumlara geçeyim, zira kitap, üçlemeye yakışır bir üçüncü kitaptı. (Dördüncüsü de gelir mi ki?)

DİKKAT! POSTUN BUNDAN SONRAKİ KISIMLARI, KİTAP HAKKINDA DETAYLI ŞEKİLDE SPOILER VE YÜKSEK ORANDA EZBERBOZAN İÇERİR. KİTABI EĞER HENÜZ OKUMADIYSANIZ YA DA OKUMAYI DÜŞÜNÜYORSANIZ, SAYFADAN HEMEN AYRILMANIZ TAVSİYE OLUNUR.

1- Yılgayak (Funda Özlem Şeran)

Kitaba adını veren öykü Yılgayak, tekinsiz, soğuk ve dolunaylı bir geceyle başlıyor. Kendine göre "ahlaksızlık" yapan insanları soğukkanlılıkla öldüren ve her kurbanından hatıra olarak bir eşyasını alan manyak bir seri katil, gece vakti bir travestiyi öldürür. Gitmek için arabasına binse de, araba marş almaz. Yorgunluk ve soğuğun etkisiyle katil, rüyasında, öldürdüğü annesini elindeki yemenisiyle ona bakarken görür ve sıçrayarak uyanır. Uyandığında dışarıdan sesler duyup, dikkat kesilir. Biraz uzakta iki genç ve güzel kız, beceriksiz ve sevimli şekilde büyük bir ağaç kütüğünü taşımaya çalışmaktadır. Kızlar, ilginç şekilde adamdan korkmazlar; hatta yıllardır onu tanıyormuş gibi rahat şekilde onunla konuşurlar. Katil, kendisini Burhan ismiyle tanıtır. Kızlar, yılbaşını kutladıklarını söylerler; on iki kişi olduklarını, eğer isterse onlarla gelebileceğini söylerler. Mart ayının ortasındayken, Burhan, olup biteni anlamaz. Sonradan bu kızların erkek arkadaşlarıyla toplanıp, "ahlaksız ve günah dolu" bir şekilde eğlendiklerini düşünür. Hepsini öldürmeyi kafasına koyar ve kızlarla ormanda yürümeye başlar. Vardıkları yer, çadırlarla çevrili açık bir alandır. Ateş yanmaktadır ve etrafta Burhan'dan başka erkek yoktur. Burhan'ı ateşin başında Umay Ana adındaki yaşlı kadın karşılar. Burhan ayaklanacakken, bilinmeyen bir güç tarafından hareketsiz bırakılır. Burhan'ın kurbanlarından topladığı eşyalar, kadınlar tarafından çember şeklinde dizilir ve Burhan çemberin ortasına konur. Daha sonra kadınlar, üzerlerinde Türk mitolojisindeki hayvanların kılığında gelirler. On ikinci olan Gökçe Kız da gelir. Gökçe Kız, elindeki davulu her vurduğunda yer sarsılmaktadır. Burhan ise gördüklerine inanamayacaktır.

Kitapta da dipnot olarak bahsedilen Erlik Han (kendisi Yunan mitolojisindeki Hades'le eşdeğer gibidir) ın kızları olan kötülük tanrıçaları Kara Kızlar'ı ve onların ürkütücü ayinlerini konu alan bir öykü. Burhan'ın arabada sızıp rüya gördüğü kısım, özellikle ani şekilde ürkütebiliyor. (Filmlerdeki jumpscare hissiyatına benzer bir his) Benim ilk okuyuşumda, ritüeldeki hayvanların Çin astrolojisindeki hayvanlar olduğu, yazarın da bundan esinlendiği yönündeydi. Lakin Orta Asya olduğu için, zamanında iki kültürün birbirinden etkilenmesi de çok normal. Tekinsiz bulduğum diğer bir kısım da, iki genç ve güzel kızın gecenin bir yarısı ormanda tanımadıkları bir adama gayet doğal bir şekilde pelinsuluk yapmalarıydı. (En amiyane ve açıklayıcı tabir bu sanırım. Funda Hanım'ın kendisi de oldukça güldü bu tabire) Sevgili Şeran, kadın - erkek psikolojisi ve Anadolu'daki klasik yobaz ama çok uyanık erkek profilini de çok güzel analiz etmiş, gözümden kaçmadı, saygı duydum. Katilin davranışları, gizli manyaklığı, kendi kendine kurşun hesabı yapması ve kızların çok spontane oluşundan yazarın oldukça iyi bir gözlemci olduğu fikrini çıkardım. Açılış öyküsü, aynı zamanda kitaba adını veren öykü olarak Yılgayak, çok güzel bir öykü gerçekten. Sevgili Şeran'ın tam da gece okumalığı yapılacak düzeyde iyi bilimkurgu öyküleri de olduğunu gördüm bu arada. Ben bu öyküye 10 üzerinden 8 verdim. 

2- Sakın! (Demokan Atasoy)

Sevgili Demokan Atasoy, birinci kitapta bizi Kuyu ile korkutmuş, ikinci kitapta Gece Işığı ile derviş edebiyatını konu alarak, korkuyu farklı bir tarzda ele almıştı. Merak ettiğim öykülerden biri olduğunu başta söyleyeyim. Kitabın ana kahramanı, Anadolu'nun kuytu köşesinde kalmış bir köye atanmış (sürülmüş) bir memurdur (ya da öğretmen). Gece saat 02:15'de, kaldığı evin kapısı, gürültülü şekilde vurulur. Gelen, evlerinin kullanmadıkları bir odasıyla banyosunu ona kiralayan yaşlı çifttir. Yaşlı kadın, ana karaktere eliyle işaret ederek, evin diğer tarafındaki hole doğru götürür. Ay ışığının vurduğu odada bir beşik ve içinde de uyuyan bir bebek vardır. Yaşlı kadın, oğluyla gelininin şehir dönüşü başlarına bir şey geldiğini, uzun süredir de haber alamadıklarını, arabayla onları almaya gideceklerini ve onlar dönene kadar bebeğe göz kulak olmasını söyler. Ana karakter, ne olduğunu anlamadan yaşlı kadın bir anda dönüp, karaktere, "Sakın ola dipteki odaya girme" der. Karakterin sızlanmalarını dinlemeyen yaşlı kadın bir daha dönüp, "Sakın!" der. Karakter, evin içinde yarı uykulu halde gezinirken üst kattan ayak sesleri duyar. Önceleri uykusundan dolayı duyduğunu sansa da, adım attığı anda ses de kesilir. Sonra sesleri tekrar duyar ve bebek aklına gelir. Yukarı çıkarken evin ışıklarını açan karakter, kapının buzlu camından bir karaltı görür. Hole girdiğindeyse holde kimseyi göremez. Tam bu esnada bebek de uyanır ve ortalığı birbirine katar. Karakter, çocukla ilgilenir ve çocuğu besler. Karakter, çocuğu tekrar beşiğine yatırır ve uyumak ister. Ama ilginç şekilde içinde bir huzursuzluk hisseder. Üstelik sabah da olmamaktadır. Yaşlı çifti telefonla aramayı düşünen karakter, ahizeyi kaldırdığında ayak seslerini tekrar duyar. Ve kendisine girilmemesi söylenen odaya girer. Odada üç tane toplanmış valiz durmaktadır.

Sevgili Demokan Atasoy, her öyküsünde yeni şeyler denemeyi seviyor. Ben Kuyu'ya benzer bir öykü beklediğim için okurken en amiyane tabirle "öcüyü" bekledim ama öykünün ana teması, bir "öcü" üzerine kurulu değil. Öyküdeki gizem had safhada. Finali de keza öyle. Atasoy, bizim alıştığımız "klasik" korku öykülerinin dışında belirsizlik, belirsizliğin getirdiği tekinsizlik ve atmosferin "rahatsız ediciliği" üzerinde durmuş. Ben Atasoy'un öykülerini Masters of Horror bölümlerine benzetiyorum açıkçası. Saf bilindik korku öğeleri yerine, "rahatsız edici" temaları kullanmış, bu da seviyeyi biraz atlatmış. Karakterin, yaşlı evsahibi kadının sürekli flashback tadında "Sakın!" deyişini hatırlaması oldukça ürkünçtü. Korku öğesi daha geri planda kalmış olsa da, gizem unsuru çok yüksek düzeyde. Atasoy, Aşkın Karanlık Yüzü'nde de buna benzer bir öykü kurgulamış, beni yine şaşırtmıştı. Kendisi de benim gibi alışkanlıklarını bozmamış diyorum ve öyküsüne 10 üzerinden 8 veriyorum.

3- Gölgeler (Murat Başekim)

Korkuyu farklı şekilde ele alan bir başka öykü de Gölgeler. Gölgeler, agorafobisi olan bir öğretmenin, Ramazan ayında tayinle atandığı kasabaya gelmesini konu alan bir öykü. Ana karakter, fobisinden dolayı gündüzleri açık alanda bulunmak istemez, geceleri daha çok sever. Karakterin gölgeler hakkındaki çıkarımları ve yaptığı tabirler oldukça iyi. Temaşa alanındaki kasvetli ortam, perdedeki Hayali Can Usta'nın Hayal Sahnesi isimli gölge oyunu, gölge oyunundaki karakterlerin gitgide korkutucu hale gelmeleri, öğretmenin sohbet ettiği ailenin donukluğu güzel detaylardı. Gecenin üçünde kalabalığın ellerinde fener ve ışıklarla öğretmenin kapısına gelip öğretmeni temaşa izlemeye çağırmaları kısmı da biraz ürkütücüydü. Murat Bey'e sorduğumda kendisi de, "Hiç degişmeyen hayatlara bakarken psikolojik ve varoluşsal gerilim unsurları katmak istedim. Hikaye de bu şekilde gelişti." yanıtını verdi. Sevgili Başekim, aslında şehir insanlarının gündelik kompleksli ve takıntılı yaşayışlarına daha uygun bir öyküyü, kırsala uyarlamak istemiş. Olmuş da. Ama tipik "Anadolu korkusundan" tabii ki de uzak kalıyor. Ben bu öyküye 10 üzerinden 5 verdim.

4- Hasat (Orkide Ünsür)

Hasat, Ege'deki kadim ve efsunlu bir zeytinliğin hikayesini anlatıyor bizlere. Ana karakter, akrabası olan ruhsuz ve paragöz dayısının yaptıracağı otel arazisi için saha araştırmasına yollanır. Tesadüfen gördüğü Cavırlı Köyü'nden çok etkilenir. Zeytinlikte gördüğü yeşiller içindeki güzeller güzeli bir kız olan gizemli Elaya'ya tutulur. Köydeki yaşlı çift ise, bu ziyaretçinin gelişini zaten biliyordur. 

Sevgili Ünsür, karakterin başta içinde bulunduğu sıkıcı şehir hayatından, saha araştırması için gittiği Cavırlı Köyü'ne ilk görüşte nasıl tutulduğunu bizlere gayet güzel hissettiriyor. Öyle ki, efil efil esen o sıcak Ege köylerine gidip, rüzgarın içinizden geçmesini istiyorsunuz. Karakterin görüp vurulduğu Elaya isimli kız ise, sonradan "Zeytin Kız" olarak anılıyor. Zeytin Kız ismi de kişisel olarak yine böğrüme bir hançer saplamıştır:( (İlgili kişinin fotoğrafı, üşenilmemiş, Orkide Hanım'a gönderilmiştir. Neyse ki Orkide Hanım, Elaya karakterinin, benim gönderdiğim resimdeki kıza hiç benzemediğini söyleyip, tekrar kavuşmamızı dilemiştir; benim açımdan hoş bir detaydı, belirteyim.) Karakterin köye girerken okuduğu Latince yazılar da öyküye daha güzel bir hava katmış. Orkide Hanım, yazdığı öykülere yoğun şekilde romantizm katmayı oldukça seviyor. Öyküyü okurken, bir müddet karakter ile Elaya arasındaki saf aşkın nereye varacağını bir an önce bilmek istiyorsunuz. Öyle ki biraz ürkmeyi umarken, kitabı okurken şapşalca gülümsediğinizi farkediyorsunuz. Korku öğeleri tabii ki geri planda; ama Orkide Hanım, tarzının özgünlüğünü korumak istemiş. Öykü biterken, siz de Cavırlı'daki aileye katılmak istiyorsunuz. Ünsür'ün, Aşkın Karanlık Yüzü'ndeki öyküsünü biraz fazla post-modern bulmuştum ama bu öyküde antik zamanların da öncesini orijin almış. Ben bu öyküye 10 üzerinden 7 verdim.

5- Cazı Nene (Mehmet Berk Yaltırık)

Cazı Nene, sevgili Son Gulyabani Mehmet Berk Yaltırık'ın aslında daha önceleri çok ufak tüyolarla takipçilerine sinyal verdiği bir öykü. Şahsen beni de Anadolu Korku Öyküleri 3 için heyecanlandıran öykü aynı zamanda. Öykü Cumhuriyet öncesi dönemindeki Trabzon'da geçiyor. İstibdat zamanı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin varlığı, İstanbul'da sıkı bir tatbikata yol açar. Karakter de yakalanıp sürgün yememek için, amcasından yardım ister. Amcası da onu, asıl memleketleri olan Trabzon'a hatırlı dostları vasıtasıyla gönderir. Karakter, gözden uzak şekilde Trabzon'a varır. Amcasının hatırlı dostu olan Osman Reis, ana karakteri, amcasının halası olan ve yörede "Cazı Nene" adıyla bilinen akrabasının evine gönderir. Cazı Nene ismini duyan herkesin yüzü bir anda değişmektedir. Kimsenin uğramadığı yüksek bir tepenin ardındaki eski eve varırlar. Ana karakter, şehirli efendiliğiyle Nene'siyle tanışır. Günden güne, evde tuhaf şeyler olduğunu fark edecektir. Bir kaç gün sonra, Giresun'dan gelen ufak bir grup adam, Cazı Nene'yi Giresun'a götürmek istediklerini söylerler. Ana karakter de Nene'siyle beraber Giresun'a doğru yol alır. Bundan sonrası, ana karakter için korkunç olayların sadece başlangıcıdır.

Yaltırık, kendine has tarzıyla bizi ilk önce kabadayılar, zaptiyeler, jurnaller ve hafiyelerin kol gezdiği eski İstanbul'a şöyle bir götürüyor. Ardından buram buram deniz kokusunu hissediyorsunuz. Özellikle ana karakterin Cazı Nene'nin evine girdikten sonra evde yaşadıkları kısmı anlatan bölüm, tuvaletimi içeri doğru yaptırmıştır. Görsel -1'de görüldüğü üzere,



On dakika arayla yüzümdeki ebleh gülümsemenin ne hale geldiğini buradan anlayabilirsiniz. Öykünün Giresun'da geçen kısımlarındaysa, gerilim ve korku giderek yükseliyor. Eski Giresun rıhtımıyla başlayan serüven, kilisede ve sonrasında mahzende devam ediyor. Mahzen kısmındaki dehşeti okuyucuya yine harika tasvirleriyle hissettirmesi, Yaltırık'ın en iyi yaptığı işlerden bence. Mahzen kısmının sonlarına doğru, içerideki korkunç sesler ve Cazı Nene'nin asıl sureti belirdiğindeyse kalp atışlarınız hızlanıyor. Hem de çok. İstanbul'a dönüşte, amcasının karaktere anlattığı öykü de, "öykü içinde mini öykü" tadında. (Eski deyişlerde anlatılan Çerkez ve Abhaz 'cazılarının' savaşları, Kafkasya esintileri ve diğer ufak detaylar da Kafkas kökenli biri olarak, benim için çok hoş bir ayrıntı.) Keza, Fehim Paşa ismi de yine bu öyküde geçmekte. Yaltırık, bu öykü için oldukça detaylı bir araştırma yapmış. Neredeyse ince eleyip, sık dokumuş. Bunu, öyküdeki karakterlerin yerel ağızla konuşmalarından dahi anlayabiliyorsunuz. Diyaloglar ve yerel ağız, ayrıntılı olarak çok başarılı. Mekan-zaman detayları ince ince işlenmiş ve Karadeniz'in gece dahi puslu olan sokaklarına gitmiş gibi hissediyorsunuz. Üniversiteyi Giresun'da okuduğum ve zamanında Giresun Rıhtımı'nda defalarca içip içip pilot olmuş biri olarak, kişisel anlamda benim için çok hoş bir detay daha oldu. Sevgili Yaltırık'ın, çok dikkatli gözlerin yakalayabileceği hoş bir gönderme ve saygı duruşunu bulana da 10 puanlık aferin. Burada söylemek istemedim, sürpriz olsun. Benim Yaltırık'ın öyküsünden beklentim, açıkçası çok yüksekti. Kendisi, beklediğimden de iyi bir öykü yazarak, gece vakti yatağımda toplanıp şişmiş yorgandan tırsıtıp, hiç dinlemediğim Sıla Gençoğlu şarkılarını gecenin ikisinde bana dinleterek harika bir iş çıkarmış. Kitapta bana göre en iyi üç öyküden biri. Ben bu öyküye 10 üzerinden 10 verdim. 

5- Karakura (Ali Yeniay)

Karakura, Anadolu'nun ufak bir köyüne atanmış bir öğretmenin hikayesini anlatıyor. Metin, atandığı köyün insanlarıyla yakın ilişkiler kurar. Okulun ve çocukların eksiklerini giderir. Muhtar da, kendisine bir ev tahsis eder. En yakın olduğu kişiler, Muhtar ve köyün yaşlısı Hacı Emmi'dir. Bir gün Metin, köydeki bir çocukla tanışır. Çocuğun adı Musa'dır. Babası İstanbul'a çalışmaya gittiği için, Musa diğer çocukların alay konusudur. Okulun ilk gününde sıra arkadaşı Halil İbrahim, Musa'yı kızdırır ve kavga ederler. Metin, Musa'ya izin verip dersine devam eder. Ertesi günü Halil İbrahim, hayatını kaybeder. Çocuk, vücudu parçalanmış halde odasında bulunur. Köylü, bunu yabani bir hayvanın yaptığını düşünür ve tüfeklerle köyün çevresini dolaşırlar. Metin de onlara katılır. Köylüleri kaybeden Metin, tesadüfen Musa'ların evini bulur. Çocuğu, odunlukta bir "gölge" ile konuşurken bulur. Metin'i farkeden Musa, utanıp, kızarır. Metin, giderken Musa'nın kendi kendine konuştuğunu duyar. Sonraki gün, köy bakkalı Nuri, Musa'yı hırsızlık yaptığı için kovalar. Aynı günün gecesi, Nuri de hayatını kaybeder. Metin, ortak bir nokta bularak, Musa'nın evine gider. Musa'yı evin yanındaki tarlada görür ve geçen akşam odunlukta ne yaptığını sorar. Musa, boğuk ve çatlak bir sesle yanıt verince, Metin arkasını döner ve kaçar. En sonunda Metin, Hacı Emmi'den, çocuğa musallat olan bir varlık olduğunu öğrenir ve zamanında buna deva bulan hocanın talebesine çocuğu götürmeyi teklif eder. Bir goril kuvvetindeki çocuğu zor da olsa yakalayıp, hocaya götürürler. Hoca, duayı okumaya başlar.

Ali Yeniay, Hollywood'da sıkça işlenen "possession" öğesini işlemiş bu öyküsünde. Çocukların zalim şekilde alaya aldığı bir çocuğun nefretinden beslenen bir varlığın çocuğu gitgide ele geçirmesi, gayet güzel açıklanmış. Musa'nın tarlada sırtı dönük şekilde dikilip, Metin'e kendisinin olmayan bir sesle gözdağı verdiği kısım hoşuma gitti. Finale doğru hocanın Musa'ya deva bulacağını düşünüyorsunuz ama "korkunç" şekilde yanılıyorsunuz. Metin'in herşeyi bırakıp evden kaçtığı kısımlar da oldukça iyi. Final de öyküyü gayet güzel tamamlıyor. Ben bu öyküye 10 üzerinden 7 verdim.

6- Pezevenk Kör Botan'ı Niye Yedim? (Uğur Batı)

Aynı zamanda akademisyen, profesör ve köşe yazarı Uğur Batı'nın öyküsü. Güneydoğu bölgesindeki zalimliğin dibine kibrit suyu dökmüş bir grup "karışmış" eşkıyanın öyküsü anlatılıyor. Zaman (muhtemelen 1800'lü yılların sonu, 1900'lü yılların başı) tam olarak seçilemese de, eşkıyaların birbirlerine üstünlük sağlamak için korkunç şeyler yaptıkları, kan donduran cinayetler işledikleri bir dünyaya giriş yapıyoruz. 

Öykünün başında Amansız Hozan'ın "kusursuz cinayet işleme ve canlı canlı deri yüzme rehberini" okurken kanınız donuyor. Çünkü öyküde üst düzey bir başhekimin belki farkedebileceği anatomik noktalardan bahsediliyor ve Batı'ya saygı duyuyorsunuz. Bahsedilen Kör Botan'ın çete içerisinde gücünü ispat ederken kullandığı aşırı kanlı ve şiddet içeren bölümler bir süreliğine sizi dumura uğratabilir. Çetenin kıdemlisi Cihansız Kaşar'ın, Botan'ın oğlanının beynini bir tokatla dağıtması, ardından Botan'ın delirip, Cihansız Kaşar'ı vahşice katledip, ardından on sekiz yaşındaki yeğenine vahşice tecavüz ettiği kısımları ilk anki şoktan dolayı ikinci, hatta üçüncü kez okumak durumunda kalabiliyorsunuz. Finaldeki Cain alıntısı da gayet güzel yerleştirilmiş. Kitaptaki tartışmasız en gore, en kanlı ve en şiddet içerikli öykü bu. Ben bu öyküye 10 üzerinden 8 verdim.

7- Taş Uyur (Işın Beril Tetik)

Evet, sıra geldi bende en merak uyandıran öyküye. Sevgili Işın Beril Tetik'in yakın takibinde olduğumu, önceki postlarımdan anlamış olmanız gerekiyor. Gelin Otu'yla şiddetli şekilde sarsıp, Zifir Karanın Mavisi ile daha da çıtayı yükselten sevgili Tetik'in öyküsü. Öykü, başlangıcında saldırıya uğrayıp katledilen ve dağılan bir obanın hikayesiyle başlıyor. Obanın yaşlısı, yanında küçük torunuyla birlikte obanın ortasına bir taş dikiyor. Dikiyor ki, gelen, gören bu obayı hatırlasın diye. Öykü buradan itibaren günümüze geçiş yapıyor. Sinan, Karadeniz'de yapılacak çay tesisi projesinden sorumlu mühendistir. Sabah uyandığında inşaat alanının önünde yaşlı adamı görür. Adam, bıkmadan her gün inşaat alanına gelip, Sinan'a "Kaç git buradan!" uyarısını yapmaktadır. Köylüler ve yerel halk da buraya çay tesisi yapılmaması için çok uğraşmış ama paranın gücüne yenik düşmüşlerdir. Sinan, yaşlı adamı gönderirken, yaşlı adam dönüp Sinan'a, "Vay halinize oğul! Vay halinize" diye sayıklar. Şantiye şefi Şükrü Usta, kan ter içinde gelerek Sinan'a kazıda bir taş bulunduğunu söyler. Sinan taşın yanına gider; taş kocaman, ulu bir ağacın dibinde durmaktadır. Taşın orada durması tüm inşaatı durduracağından, tüm işçiler Sinan'a baskı yapmaktadır. Sinan, taşın üzerinde tuhaf Arapça yazılar olduğunu görür. Taşa dokunduğu anda kadim obaya ait tüm görüntüler gözünün önüne gelir. Gördüklerine dayanamayan Sinan, titreyerek yere yığılır. Yarı baygın şekilde taşa dokunulmamasını söyler. Mühendis arkadaşı Davut ise taşın kırılmasının gerektiğini söyler. Tam o anda peşpeşe üç kere derin bir sarsıntı meydana gelir. Sinan, tüm işçilere paydos verir. Sinan, geceleyin kaldıkları barakada Şükrü Usta'nın seslerine uyanır. Pencerenin önünden karaltıları beraber korkuyla izlerler. Bir müddet sonra gelen korkunç bir çığlıkla yerlerine mıhlanırlar. Tam o anda barakaları, görünmez bir el ile kaldırılıp yere atılır. Gelen seslerden diğer barakaların kaldırılıp oyuncak gibi fırlatıldığını anlarlar. Zorlukla dışarı çıkarlar. İşçiler de panik halindedir. Ulu ağacın olduğu tarafta ise yoğun bir sis tabakası vardır. Sisin içinden gelen biri vardır.

Sevgili Tetik, bu kez bir taşı korku öğesi olarak kullanmış. Başlarda gayet sakince giden öykünün gerilimi, camın önündeki karaltılar ve boğuk sarsıntıların ardından artmaya başlıyor. Önceki öykülerin haricinde, bu sefer gelen "kötülük" herkes için geliyor. Normalde tipik Anadolu korkusunda paranormal ve açıklanamayan olaylar, yalnızca yaşayan kişinin gözünden anlatılır. Burada dehşet tek kişilik değil; özellikle hoş bir detay. Davut'un çarpıldığı kısım, gerçekten korkutucu. İşçilerin bu olaya şahit olup dehşete kapılmaları, daha da korkutucu. Öykü, bu bölümden sonra giderek vitesi arttırıyor. Sevgili Tetik, yine "umutsuz ve dehşet verici survival run" öğesini burada da çok ustaca kullanmış. Öykünün bir başka farklı ve ilgi çekici detayıysa şu: Biraz gore bir öykü olmuş. Patlayan vücutlar, kırılan uzuvlar, vücuttan aniden fırlayan kökler. Sinan ve Şükrü Usta'nın kaçışı esnasında arkalarında korkunç şekilde devam eden katliam ve çığlıklar, o anda sizi puslu inşaat alanındaymış gibi hissettiriyor. Sinan'ın ağacın önünde taşı toplamaya çalışıp başaramaması ve arkasındaki gölgelerin sabırsızlığı da gayet iyiydi. İlginç şekilde de finale kadar korkunun dozu gittikçe artıyor. Normalde sinema ve televizyonda dahi aynı gerilimi uzun süreli şekilde izleyiciye hissettirmek çok zordur. Işın Beril Tetik, bunu yazarak başarmış, evet, yazarak. Işın Beril Tetik'in öyküsü de, merakla beklediğim öykülerdendi. Kendisi her öyküsünde üstüne biraz daha koyuyor, çıtayı daha da yükseltiyor. Kendisi, Davut'un çarpıldığı kısımın aslında çok daha korkutucu olduğunu, sonradan bu kısmı düzenlediğini de söyledi, dipnot olarak ekleyeyim. Sorsam da anlatmadı, bu da nazar boncuğu olsun. Kitapta seçtiğim en iyi üç öyküden biri de bu öykü. Ben bu öyküye 10 üzerinden 10 verdim ve In The Mouth of Madness filminden bir alıntıyla kendisine sesleniyorum: Do you read Işın Beril Tetik?

9- Misafirler (Galip Dursun)

Galip Dursun'un bu öyküsü, yine öğe açısından zengin bir öykü. Dursun, çok çeşitli öğeleri öykülerinde harmanlamayı seviyor. İyi de yapıyor. Misafirler, Alaca Ovası'nda uyanan bir çobanın öyküsüyle başlıyor. Çoban Çolak Hasan, uyanır ve davarına bir baktıktan sonra, yatağına, evine bir an önce gitmek istemektedir. Sevdiği kızı, Gonca'yı düşünür. Güneş yükselirken, Çolak Hasan, gelen yedi kişiyi görür. Adamlar, çobandan su isterler ama çoban onları su vermeyip, köydeki çeşmeye gönderir. Bir müddet sonra, muhtarın oğlu, besili bir kuzu istediğini söyler. Çoban, çocuğa kuzuyu verir. Çoban, sürüsünü geri gönderirken, yolun üzerindeki bir tepede ağaç görür. Ağacın dibinde bir karaltı vardır. Çoban, kuzuyu ve muhtarın oğlunu vücutları deşilmiş halde bulur. Karaltı da, kara sakallı bir adam suretinde çobana yaklaşır. Üstü başı kan içindedir. 

Köyün demircisi nalbant Rüstem Ağa, torunu Gonca'yı çok sevmektedir. Öyle ki, çocuğu çiftlik hayvanlarından dahi kıskanmakta, eğer günün birinde kıza zarar gelirse neler yapacağını bile hastalıklı şekilde düşünmektedir. O sırada torununa işlemeli bir hançer dövmektedir. Torunu Gonca da onu izlemektedir. Gonca, on dördüne yeni girmiş bir kızdır ve dilsizdir. Sürüye nasıl katıldığı belli olmayan bir keçiyle oyunlar oynamakta, keçiden ayrılmamaktadır. Gonca'nın annesi, zamanında davarı güderken, geri gelmez. Rüstem Ağa adeta delirir; sonraları köyde hali vakti yerinde "iki adamın" kaybolup gittiğini öğrenir. Her nasılsa kızı, kucağında bir bebekle çıkagelir. 

Gonca, bilmediği bir yerde uyanır. neler olduğunu anlayamaz ve köyün yolunu bulmaya çalışır. Köye vardığında Misafirler, demircinin dükkanının kapısında belirirler. Dedesi, Gonca'yı korumak istese de başaramaz. Gonca kaçar. Sonra uyandığı yıkık dergaha kaçıp, saklanmak ister. Dolunay ışığı ile birlikte tuhaflaşan Gonca, dergahta gördüğü "canavarların" tadını merak eder. 

Galip Dursun, önceki kitaplarda olmayan hatta dergiler ve sosyal medyada dahi denenmemiş bir şeyi denemiş. Ben öyküyü bitirir bitirmez kurt adam sanmıştım. Fakat sonradan Galip abi, "Misafir"lerin birer shapeshifter (şekil değiştiren) olduğunu söyledi. Evet, yanlış duymadınız, bir shapeshifter öyküsü var karşımızda. Gerçekten ürkütücü bulduğum kısım, Misafirler'in eve girdikten sonra Rüstem Ağa'yla ocak ışığında yaptıkları ve sürekli tekrar eden konuşmalarıydı; ciddi şekilde ürkütücü ve rahatsız ediciydi. (Galip abi bu kısım için özellikle çalıştığını söylemiş, gerçekten çok da başarılı olmuş) Galip Dursun, normalde bizim kültürümüzde pek adı geçmeyen şekil değiştirenleri öyküsünde kullanarak çok ama çok riskli bir işin altından kalkmasını bilmiş. Kendisinin keçilere olan sempatisini de bu öyküyle görmüş olduk. Ben bu öyküye 10 üzerinden 8 verdim.

10- Yaşbaz (Murat Baykan)

Murat Baykan'ın öyküsü, gece vakti define aramaya giden bir grup genç adamla başlıyor. Buldukları antik anıtmezarda büyükçe bir madalyon bulan adamlar, şen şakrak şekilde kalacakları bağ evin doğru yol alırlar. Adamlardan Kerim'in karısı Dilek, kaynanası Hanife ve onun kardeşi Rıfat ile birlikte, minik kızı Azime'yi uyutmaya çalışmaktadır. Dilek, yarım saattir sobada duran suyun kaynamadığını Hanife'ye söyler. Hanife'nin burnuna çöven kokusu gelir ve donakalır. Sorduklarında da "Yaşbaz geldi" der ve hemen evi okuyup üflemeye başlar. İçerideki gazlı katalitik sobanın gazından rahatsız olan Dilek'i haşlayıp, kapıları pencereleri katiyen açtırmaz. Evdekilere de eğer gelirse, Kerim'i eve almamalarını söyler. Bağ evindeyse Kerim'in burnuna çöven kokusu gelir. Arkadaşı İzzet, ot içip, Yaşbaz'dan bahsettiği ve kafayı bulduğu için onu evden dışarı atar. Kerim sinirle dışarı çıkıp önce koynundaki madalyona, sonra da saatine bakar. Saat sekizi göstermesine rağmen, hala sabah olmamıştır. Eve doğru hızlı adımlarla yürümeye başlayan Kerim, patika yola girdiğinde yolda dikilen bir karaltı görür. Karaltıya seslenen Kerim, bağ evindeki arkadaşlarından Yasin'in cevap verdiğini duyar. Karanlıktaki çocuğun gülümsemesi korkutucudur. Kerim'e "Hanife ebem seni eve sokmaz Kerim abi!" diye seslendikten sonra yokolur. Kerim, dehşet içinde bağ evine geri döner. Kapıyı yumruklar ama içerde kimse yoktur. Kerim vazgeçer ve İzzet'in traktörüne atlayıp evine doğru yol alır. Evde is Hanife, evdekilere güvenmez ve kapının önündeki sedire oturur ama uykuya yenik düşer. Rıfat da odanın ışığını söndürüp, kırmızı gece lambasını yakar ve burnuna hoş bir koku gelir. O anda kapı çalınır. Rıfat kapıya eğilip, "Kerim?" diye seslenir. Kerim de "Irfad emmi" diye yanıtlar.

Kitabın son öyküsü olan Yaşbaz, kitaba yaraşır bir "son öykü". Yolun ortasındaki karaltının tam da seçilemeyen görüntüsü ve karakterin arkadaşının ağzından konuşması kısmı, ilk gerilimi yaşatıyor. Ama asıl dehşet, Rıfat'ın kapıyı açmasından sonra başlıyor. Loş kırmızı ışıkta habersiz uyuyakalan Hanife'nin Rıfat'ı görmesi ve Rıfat'a engel olamaması, kapı eşiğinde kimsenin olmaması gibi detaylar, genç yaştaki okuyucuların tansiyonunu ciddi şekilde yükseltebiliyor. Asıl korkunç kısım, tüm bu olayların döngü şeklinde sürekli ve sürekli şekilde tekrar etmesi. Bir an, minik Azime'nin yaşam belirtileri göstermesiyle ben de Kerim gibi sevinmiştim. Daha sonra şok edici şekilde bebeğin de bu döngüde olduğunu farkediyorsunuz. Finalde, bebeğin her seferinde Kerim'in elinden kayıp düşmesi ve artık yaralanıp, tek gözünün açılması (Özellikle bebeğin böyle korkunç bir olaya maruz kalması durumunu açık şekilde yazmak çok cesurca. Kanım donsa da takdir ettim.) ve en sonunda Kerim'in altında ezilmesi, sizi beyninizden vurulmuşa çeviriyor. Yaşbaz'ın tüm ailenin ömrünü çekip almasıyla öykü final yapıyor. Murat Baykan'ın Aşkın Karanlık Yüzü'ndeki öyküsü Oğullar, kitapta en çok dikkatimi çeken ve en çok beğendiğim öyküydü. Baykan, bu öyküde kullandığı "zamanı ve mekanı eğip bükmek" gibi güzel ve ilgi çekici bir öğeyi, bu öyküsünde de kullanmış, harika olmuş. Gerçekten harika olmuş. Kitapta en beğendiğim üç öyküden de biri buydu. Ama kitabın açık ara en iyi ve en korkutucu öyküsü Yaşbaz. Bundan sonra sevgili Murat Baykan'ın takibinde olduğumu da bildirmek isterim. Hiç tartışmasız, kitabın en iyisi. Ben bu öyküye ezber bozarak, 10 üzerinden 11 verdim. 

Sonuç itibariyle, zengin kültürümüzden beslenen, "bizden" olan, kendimize ait "korkuyu" biraraya gelerek bizlerle buluşturan bu yetenekli yazarların elinden çıkmış olan bu güzel serinin üçüncü kitabı, korku dozunu daha da arttıran ve serinin benim gibi sıkı takipçilerini fazlasıyla memnun eden bir kitap. Dördüncüsü veya beşincisini (ya da belki altıncısını?) okur muyuz, şimdilik bilinmez tabii. Ama Anadolu Korku Öyküleri serisi, Türk korku edebiyatına dair çok önemli bir mihenk taşı bile sayılabilir. Üç kitapta da öyküleriyle yer edinmiş tüm yazarların aklına, kalemine ve zekalarına sağlık diyor ve yorumumu sonlandırıyorum. 

(Yorum kısmına düşüncelerinizi yazabilirsiniz ya da sizi şöyle alalım.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder